(Kapak fotoğrafı: İkarus’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara, Pieter Bruegel)
Söyleyecek şeyleri olan insanlara has tatlı bir heyecan vardır bilir misiniz? O heyecanla belki biraz da mahcuplukla duruyorum karşınızda. Özür dilerim, kendimi tanıtarak başlayayım sözlerime. Günaydın, ismim Deniz. Atom Fiziği üzerine çalışmalar yapan bir profesörüm. Ancak bugün size kuantumdan, dolanıklıktan veya dalga denklemlerinden bahsetmeyeceğim. Çok daha hissî çok daha gündelik hayata dair söyleyeceklerim var, o yüzden geçtim karşınıza. Yeni yılın ilk zamanlarında size bazı itiraflarda bulunmak istiyorum. Daha çok içimdekileri kusmak. Lütfen dinleyin itiraflarımı ki dinsin acılarım. Söz veriyorum uzun konuşmayacağım, yalnızca söylediklerim arasında direkt bağlantı veya kronolojik ilişki aramayın çünkü beynimdeki şeyleri sıraya koyacak gücü de bulamıyorum kendimde.
Aslında her şey geçen hafta kızımın evlilik hazırlıkları sırasında başladı. Hayır, o zaman başlamadı ama ben o zaman farkına vardım. Tamam, bütün hikâyeyi anlatıyorum. Annem, babam öldükten sonra alyansını parmağından hiç çıkarmadı. Alışılagelmiş göreneklerin hilafına olan bu hareket, belki babama olan bağlılığının ömür boyu devam edeceğini gösteriyordu belki de ruhen babamın yanında olduğunu hissetmesi için kendisine açık tuttuğu bir kapıydı kim bilir. Sebebi her ne olursa olsun kızım bu alyansla oynamayı çok sever, sürekli annemin parmağından alır, bütün parmaklarına tek tek takıp çıkarırdı. Minicik parmaklarına büyük gelen bu yüzüğü zapt edemez, düşmemesi için hangi parmağına taktıysa bir yanındaki parmakla yüzüğü sıkıştırırdı. Ben, ki kontrol hastası bir kadınımdır, kızım bu yüzükleri yutar mı acaba veya parmağında sallarken gözüne girer mi diye korkar, sürekli ikisine de kızardım: “Başka oyuncak mı kalmadı evde!”
Madem itiraf edeceğimi söyledim, suçlarımı olayların üzerine de atmamalıyım değil mi? Biraz da annemle benim ilişkimden bahsetmeliyim. Annemden hayatım boyunca nefret ettim. Daha doğrusu onu küçümsedim. Annem ufak tefek bir köylü kadınıydı, ilkokul ikiden terk… Okuma yazma hariç hiçbir akademik yetkinliği haiz değildi anlayacağınız. Her şeye burnunu sokuşu, kırık Anadolu şivesiyle herkesin içinde gösterdiği abartılı sevgi ifadeleri beni yerin dibine sokardı. Yeter artık diye bağırasım gelirdi, bırak beni ne olursun bırak!
Daha sonra özellikle lisede, belki ergenliğin verdiği hormon değişimlerinden, bilmiyorum, annemi alay konusu yapardım. Annesiyle sorunu olan başka arkadaşlarımla buluştuğumuz zaman annelerimizi hakaretlerle anar, sürekli abartılı taklitlerini yapardık. O günlerde annem benim için acınması gereken bir canlı, belki pis bir hayvan gibiydi. Mendil kullanmak yerine burnunu çeke çeke namaz kıldığı zamanları anımsıyorum. Midem bulanırdı o sesi duymaktan, koşarak evden kaçmak isterdim. Evet, kaçmak annemden, uzak bir yere gitmek… O olmasın da cehennemde bile yaşarım diyordum. Sanki karşı olduğum her şeyi bünyesinde birleştirmiş gibi gelirdi: Köylülük, gelişmemişlik, kültürsüzlük, dindarlık. Diğer arkadaşlarımın aileleri de Müslümandı tabii ama annemin dinî ritüelleri yobazca yaşayışı sinirlerimi hoplatırdı. Gece tırnak kesilmeyeceğinden veya ters dönen terliğimden ettiğimiz kavgaları ölümünden yıllar sonra bile hatırladığımda tüylerim diken diken olurdu. Her Ramazan bilmem neyci baba türbesine gidişlerini hatırlıyorum. O gittikten sonra ben de o türbeye gider, bağladığı çaputu çözerdim. Ait olduğum ailenin şerefini temizliyormuşum gibi hisseder, şehirlere atının üstünde giren bir muzaffer komutan edası takınırdım. Sanırım bu kavga hâli ben üniversiteden mezun olup Amerika’ya gidene dek devam etti. Doktoram sırasında haftada iki veya üç sefer konuştuğum annem artık o kadar midemi bulandırmıyordu. Vazifeşinas memurlara has bir dakiklikle annemi arar, yaptıklarımı bir kontrol listem varmışçasına hızlı hızlı anlatır ve ee anne sen nasılsın, derdim. Bu soruyu duyunca sesine bir mutluluk gelir, karşı komşusu Nurten’in damadından, akrabamız bilmem kim amcanın battığından uzun uzun bahsederdi. Dayanma kudretim genelde bu tanımadığım insan hikâyelerine kifayet etmez, işim var anne sonra konuşsak olur mu, diye lafı ağzına sokardım. Doktoram sırasındaki en hoşuma giden özelliğim, belki en büyük gelişmem ise anneme karşı bulantı duygumun telefonu kapatmamla yok oluşuydu. Eskiden özellikle lisede annemle herhangi bir şey için konuşmak zorunda kalırsam lağıma düşmüşüm gibi tiksiniyordum kendimden, midem bulanıyordu. Anlaşmazlığa düştüğümüz zamanlarda dişlerimi sıkarak “Geber inşallah geber!” diye fısıldadığımı da hatırlıyorum. Daha sonra şimdiden o günlere dönüp baktığımda nasıl gerçek olabilir, nasıl böyle şeyler geçti aklımdan diye düşünüyorum ama hakikat buydu. Doktoradan sonra evlendim ve bir kızım oldu. Kızım annem ölene kadar annem tarafından büyütüldü. Benim veya eşimin yurt dışı konferanslarımız, uzun toplantılarımız sırasında hep annemde kaldı.
Neyse sözü fazla uzatmayayım, kızım anneme benim anneme olduğumdan çok daha düşkündü. Sonra eskilerin tabiriyle emrihak vaki oldu ve annemi kaybettik. Üzüldüğümü veya ağladığımı hatırlamıyorum. Hatta kızımın kendinden geçercesine döktüğü gözyaşlarının sinirime dokunduğunu hatırlıyorum. Öyle bir cümlem var ki şu an bile tüylerimi diken diken ediyor: “O kadar yaşlı bir kadın ölmeyecek de ne yapacak!”
Cenaze faslı bittikten sonra eşyalarının bir kısmını fakirlere dağıttık bir kısmını da naftalinleyip gelinken çeyiz sandığı olarak kullandığı sandığın içine koyduk. Bu sandığı da odasından çıkarıp tavan arasına kaldırdık. Yatağı, gardırobu, aynası gibi eşyaları da kapının önüne çıkardık. Odayı gündelikçi kadınlara temizlettim. Tanıdığım bir marangoza kitaplık inşa ettirdim. Sağa sola dağıttığım bütün kitaplarımı bu kitaplığa doldurdum. Odayı çalışma odam olarak kullandığım ilk anı hatırlıyorum. Aman Yarabbi, bu oda annemin odası mıydı? Duvarların üzerime geldiğini hissettiğim, hemen dışarı kaçtığım oda, saray bahçeleri kadar güzel gelmişti. Sırf sabah güneşinin sıcaklığını göz kapaklarımda hissedebilmek için kaç gece sabahladım bilir misiniz? Evden hatta odamdan çıkmak istemediğim haftalardan aylardan bahsettim mi size?
Her neyse buyurun zaman aktı, kızım büyüdü ve evlenmek istediğini söyledi. Gelenekleri bilirsiniz, işte aileler tanışır, kız istenir, memleketten akrabalar birbirini tanır falan filan. Tam söz kesileceği sırada kızım annemin alyansını söz yüzüğü yapmak istediğini söyledi. Başta karşı çıktım aslında, ne denir hissikablelvuku mu altıncı his mi bilemiyorum ama sonra damadımdan da ısrar gelince kıramadım. Kızımın anıları bütün o eşyaları görünce depreşmesin diye olacak herhalde, onların dışarıda olduğu bir zamanı fırsat bilip çatı katına çıktım ve sandığı açtım.
Sandığın içinden alyansı ararken bir defter buldum. Defterin sayfalarına baktım kargacık burgacık üst üste geçmiş çirkin harflerle yemek tarifleri vardı. Midemin bulandığını hissettim, annemin hortlağı sanki çatı katını doldurmuştu. Defteri yere koydum, uzun bir uğraştan sonra yüzüğü annemin sırtından çıkartmadığı kahverengi hırkasının cebinde buldum. Aklımda kahverengi şeylere duyduğum nefret ola ola sandığın içindeki kıyafetleri katladım ve yerine koydum ve aşağıya indim. Babamın alyansının kırk yıldır içinde durduğu kül tablasının içine anneminkini de koydum. Ben tuvaletteyken içeri giren kızım ve damadım da alyansı bulmak için yukarı çıkmış. Gözlerine çarpan ilk şey de pek tabii çatı katının kendine özgü unutulmuşluğunu bozan defter olmuş. Kızım bu defteri Antik Çağ’dan günümüze kalan bir Yunan el yazması gibi saygıyla selamlamış ve antikadan anlayan insanları hatırlatan bir dikkatle sayfalarını çevirmeye başlamış. Damadım böyle anlattı, ben de onun yalancısıyım. Sayfalardan birini çevirirken kızımın gözlerinin dolduğunu ve bütün yüz hatlarının gerildiğini anlattı damadım. Burnunu çekmiş ve yavaşça köşe sayfasını katlamış. Damadıma dönmüş ve şöyle söylemiş:
– Faruk, bu defteri baştan aşağı okumak istiyorum. Sırtımdan atmam gereken bir yük olduğuna inanıyorum. Yarın akşama dek görüşmeyelim, anlayışın için teşekkürler.
Bunu dedikten sonra Faruk’un cevabını bile beklemeden çatıdan koşar adımlarla, ki çatının yamuk merdivenlerinden hep korkarak inerdi, odasına gitmiş. Takır takır merdiven inme sesini duyduktan sonra öğrendim olanları. Kapısına dayandıysam, ardı arkasına sorular sorduysam da kâr etmedi. Hep aynı soğuk ses vardı karşımda. Sanki bir bankayı aramışım da görevli bana bant kaydı dinletiyormuş gibi şunu söyledi:
“Yarını Deniz Hanım, yarını bekleyiniz.”
Deniz Hanım mı? Ne diyor bu kız diye soruyordum kendi kendime her seferinde. O anlaşılmaz yazıların içinde ne bulduğunu düşünüyordum. Ne olabilirdi, ilkokul 2’den terk bir kadının yazdıkları arasında. Kendi dar muhayyilesinin ona bahşettiği yegâne ilgi konusu ev işleri değil miydi? En fazla, izlediği bir filmdeki karakterin ismini bir tarife verirdi. Bizimkiler Sevim kurabiyesi, Perihan Abla poğaçası falan gibi. Kendi bir tarifler uydurur, onları da böyle dizilerdeki kadınların isimleriyle millete sunardı. Bunlardan başka hiçbir meziyeti olmayan bir kadın ne sunmuştu kızıma da onu odasına kilitlemişti. Sabaha kadar bunları düşündüm, en son kuş seslerini ve güneşin azap veren ışıklarını hatırlıyorum, uyumuşum.
Uyandığımda saat öğleden sonra 3’tü. Sabahlığımı giydim ve doğru kızımın odasına gittim. Odada değildi, aşağıya indim salondaki şöminenin önüne bakmak için. Çocukluğundan beri evin en sevdiği köşesi orasıdır. Ne zaman normal olmayan bir şey hissetse, üzülse veya âşık olsa, sinirlense veya karne için heyecan duysa hemen oraya koşardı. Kazanılmış alışkanlıklara olan sadakate güvenerek yine oraya indim. Evet oradaydı, ağlamaktan kızarmış gözlerle bana doğru baktı, müstehzi bir gülüşle beni yanına çağırdı. Davranışlarının üzgünlüğünde itaat ettirici bir yan buluyordum. Ne yapacağını bilemez ya insan bazen, bir dış kurtarıcı arar ne yapması gerektiğini ona tarif etsin ve onu o durumdan kurtarsın. Kızım o an için hem büyük bir ceza verici hem de kudretli bir melekti. O ilk an kıvırdığı sayfayı açtı ve okumam için beni yanındaki dar açıklığa buyur etti. Şöyle yazıyordu:
“Bugün Deniz, arkadaşlarını bizim eve davet etti. O sever diye yaptığım keke nefretle baktı. Beni sevmiyor. Hatta benden iğreniyor.”
Başımdan vurulmuşa döndüm. Demek annem kek ve kurabiye tariflerinin altına benimle olan anılarını yazıyordu. Birbirimizi önemseme noktalarımız arasındaki asimetriyi fark ettim. Ben ondan kurtulmanın daha az görüşmenin yollarını ararken ona dair hiçbir şeye dikkat etmiyordum. Öğrenilmeye değer hiçbir yanını bulmadığım annem benim en ufak tepkilerimden bile hislerimi yorumluyor, dahası bunları kayıt altına alıyordu.
Kızım parmaklarını açıp “Dur.” işareti yaparak okumamı durdurdu. Yavaşça iki sayfa daha ileri geçti. Şöyle yazıyordu:
“Ameliyattan yeni çıktım. Dikişlerim çok acıyor. Deniz beni arabasıyla hastaneye götürüp getirdi. Ne kadar minnettarım. Aman Allah’ım, insanın kızının ona bakması ne büyük nimet. Allah razı olsun senden.”
– Anne farkında mısın, anneannem en ufak bir iyiliğinden bile delicesine mutlu oluyor. Allah bilir o gün sen ne kadar söylenerek, işinden izin aldığından dem vurarak sinirlenmişsindir anneanneme.
O günü hatırlamaya çalıştım. Annem ameliyat olmuş ve ona dikiş atılmış. Annem ameliyat olmuş ve ona dikiş atılmış. Allah Allah, ne zamandan bahsediyor acaba? Tam bu sırada kapı eşiğindeki kırık parke gözüme çarptı. Kırık parkenin boşluğuna ayağı takılan annemin yere düştüğünü, kafasını yere çarpınca beyin kanaması geçirdiğini hatırladım. Annesi beyin kanaması geçiren insanlar ne yapar?
Ey hazırun! Anneniz ölümle burun buruna gelseydi ne yapardınız? Eminim hepiniz telaşlanır, annenizin başına bir şey gelmesinden korkardınız. Ben nasıldım biliyor musunuz? Bir doktor soğukkanlılığıyla hatta belki de veteriner, annemi sırtladım ve arabaya götürdüm. Yolda aklıma hiçbir şey gelmedi, ne bir üzgünlük ne bir sıkıntı. Sanki canlı bir şey değilmiş veya anneler her zaman beyin kanaması geçirirmiş gibi bir andı, vaka-yı adiyeden. Gerçi ne anlatıyorum, parkeyi görmesem hatırlayamayacaktım bile. Hislerimi anladınız sanırım. Kızımın mihmandarlığıyla annemin anılarında yol almaya daha fazla muktedir olamadım. Sorusunu bile cevaplayamadan oraya yığılmışım.
Rüyamda annemi gördüm. Önce bir lunaparktaydık. Bir gondola biniyordum. Elimden tutan hiç kimse yoktu. Herkesten küçüktüm ama en özgüvenli insan benmişim gibi geliyordu. Sallandıktan sonra diğer çocuklarla çıktık gondoldan. İnince gözlerim birini aradı. Beni onaylayacak birini. Annem oradaydı. “Nasıldım anne, korkusuzca sallandım değil mi?” diye sordum. Annem elimi öpüp “Harikaydın guzum.” dedi. Arayı tam hatırlamıyorum ama büyümüştüm. Bu sefer annemle pazardan eve yürüyorduk. Bir elinde güzelce paketlenmiş ıskarmoz balığı diğerinde ise benim son yazdığım “Newton’dan Schödinger’e Fiziğin Yolculuğu” isimli kitap duruyordu. Balığı gördüğüm için çok sevindim çünkü bu babamın en sevdiği balıktı ve bunu ısmarlamışsa anneme, o gece başkalarının yanında kalmayacak ya da gecenin bir yarısı sarhoş eve gelip bizi dövmeyecek demekti. İçimden babama sarılmak geldi. Ama diğer elinde tuttuğu kitap bir başka hissettirdi. Hani insan yıllar sonra eski sevgilisiyle karşılaşır da normalde yapmadığı bir özelliğe alıştığını görür ya! Mesela sigaradan nefret eden eski sevgili sigaraya başlamış görülür ya onun gibi. İnsan telaşa düşer “E sen sigara içmezsin ki!” diye bağırmak ister ya aynı öyle bir his duydum rüyamda. Anneme döndüm, “Bu kitaplardan anlar mısın ki?” dedim. Rüyamdaki ses tonum tam o eski sevgililerin birbirinden bir şey isterkenki ürkekliğini içeriyordu. Annem şefkatle baktı gözlerime ve “Seninle gurur duyuyom gızım, yazdığın şeyleri gadınlara göstermek ne güzel biliyon mu?” Hayatımda başka hiçbir şey beni bu kadar tesiri altında bırakmamıştı. Yürüyemedim, gözlerim doldu, hıçkırarak anneme sarıldım. Burnumu çekerken sordum:
– Beni affettin değil mi?
– Hiç darılmadım ki guzum hiç.
Geç de olsa bir yüzleşme gerçekleşmişti. Rüyamda bile olsa annemle barışmıştım. Kızım benimle konuşmuyor şu an. Buna o kadar da üzülmüyorum çünkü bu geçici küslük ömrümce kavga ettiğim bir insanın yükünü sırtımdan almıştı. Evet, bazen acılar iyileştirir insanı. Hatta çoğu zaman…
Ha unutmadan, beni yargılamadan önce hepimizin aynı yıldız tozundan geldiğimizi de hatırınızdan çıkarmayın. İkarus’un düşüşünü anlattım aslında sizlere, düşüş sırasında denizde çıkan anlamsız sesi. Bu yolla da kurtuldum sırtımdaki ağırlıklardan, onların ıstırap verici varlıklarından.