Bu yazı fikri Engin Geçtan’ın İnsan Olmak adlı kitabını ikinci kez okurken aklıma geldi. Engin Geçtan, bir psikolog olarak akademik olmayan yazılar yayınlamak istemiş ve İnsan Olmak vb. kitapları böyle ortaya çıkmıştır. Engin Geçtan, İnsan Olmak kitabında kendi hissettiğimiz, çevremizde gördüğümüz, yaşadığımız ve yaşandığını bildiğimiz birçok insana dair olaya değiniyor ve bu olayları psikiyatri bakış açısıyla bizlere anlatıyor.
Bu kitap hakkında yazmak istediğim şey yazarın anlattıklarından öte kitabın bize gösterdiği çok önemli bir şey aslında. Kitap insan olmaktan bahsediyor. Birçok kez ve genel olarak insan olma durumu ahlaklı olmakla, başkalarını düşünmekle ve diğer birçok “iyi” davranışla özleştirilmektedir. Birçoğumuz “Eğer insan şöyle şöyle olmazsa hayvanlardan ne farkı kalır?” tarzı cümleler duymuşuzdur. Aslında birçoğumuz insan olma durumunun olağan bir şey olmadığını ve kazanılacak bir şey olduğunu ima eder. Bu ayrımın doğru olduğunu düşünmekle birlikte bizi insan yapan şeyin “iyi” olan şeyleri yapmak olduğuna inanmıyorum. Daha çok, insan olmak bir şeyleri kabul etmek gibi geliyor bana.
Bir kedi yavrusunu düşünelim. Annesinden doğduğunda o bir tür olarak bir kedi. Kedi olmak için bir çaba sarf etmiyor ya da bir şeyleri öğrenmesi gerekmiyor. Elbette yaşama olasılığını arttırmak için belli becerileri edinmesi gerekiyor ama bu beceriler “kedi olmak” denilebilecek kadar kompleks değiller. Oysa insan olmak çoğu kez öğrenilen ve çoğu kez bölge, zaman bakımından farklılık gösteren bir şey. İnsan olma kavramı öğrendiğimiz ve bizlere yaşam avantajı sağlayan bir olgu belki de. Burada insan olma durumunun ahlaki bir üst nokta olduğunu savunmuyoruz ya da olunması gereken bir şey olduğunu. Sadece insan olma durumunun bir durum olduğunu ve insan olmanın öğrenildiğini savunuyoruz.
Engin Geçtan, neredeyse kitabının her bölümünde insanların diğer insanlarla yaşadığı etkileşimlerden bahsetmektedir. Biz insanlar karmaşık toplumlarda yaşıyoruz ve bu toplumlar içinde oldukça karmaşık olan ilişkiler geliştiriyoruz. Belki de insan olma durumunu ortaya çıkaran şey ya da insan olmanın bizzat kendisi bu ilişkilerdir. Bizler belli ön kabuller geliştiriyoruz. İnsan olma durumuna dair belli inançlarımız var, belli bir tarih ilerleyişine inanıyoruz ve insanlığın bir hikâyesi var. Bizler insanlık tarihini anlamaya çabalamanın dışında bu tarihin belli dönüm noktaları olduğuna inanıyor ve bu tarihin içinde kendimizi konumlandırıyoruz. On iki bin yıl önce tarım toplumuna geçen insanlarla günümüzün uzay çağı dünyası arasında kendimizi konumlandırıyoruz, kendimizi bu tarihe ait hissediyoruz. İnsan olmanın, bu durumun ne olduğunu anlayabilmek için belli inançlar geliştiriyoruz. İnsanlığın başladığı noktalara ve ilerleyişine dair inançlara inanıyoruz. Hiçbir inanca inanmadığımızı düşünsek dahi kendimizi insanlığın ilerleyişi içinde görüyor ve kendimizi oraya ait hissediyoruz. Bu hikâyeler insanlık tarihi, toplumların millî tarihi, bilim tarihi, ailevi tarihimiz, insanlarla olan ilişkilerimiz toplumlarımızı, medeniyetlerimizi ve insana dair olan her şeyi ortaya çıkarmıyor mu? İnsan ve insan olmak kavramları arasındaki bağ aslında şuna benziyor; insan türü biyolojik olarak yeterli olduğu için dilleri ortaya çıkartıyor. Dillerdeki kelimeler, cümleler, yüklemler ve kurallar inandığımız bazı kurallar aslında, bu kurallara inanmak insan iletişimini oluşturuyor. İnsan ile iletişim ayrıştırılamayacak ögeler olabilir. İnsan olmak durumunu da insan ile ayrıştıramayabiliriz. İnsan türü olmanın biyolojik yeterliliği sınırları kesin olmayan ama kabaca insan olmak olarak adlandırdığımız durumu ortaya çıkartıyor olabilir. Aynı doğduğumuzda bir dil bilmiyor olmamız gibi insan olmayı da bilmiyor olabiliriz. Ama insan türü çok hızlı bir şekilde konuşabildiği gibi çok hızlı bir şekilde de insan olmayı öğrenebiliyor.
Peki insan olmanın sınırlarını çizenler kimler? İnsan olmak tam olarak nelere inanmak ve nelere inanmamak? Neleri umut etmek ve nelerden kaygılanmak? İnsan olmanın sınırlarının gündelik hayatta dahi çizilebildiğini ve yıllar içinde hızlıca değişebildiğine inanıyorum. Öyle siyasetçiler vardır ki toplumları histerik krizlere sokabilir, savaşı meşrulaştırabilir. Kurumlarımızın, tarihe bakışımızın, toplumun bilimsel hazinesinin insan olmak üzerine büyük etkileri olduğunu düşünüyorum. Yani insan olmak statik bir durum değil, toplumdan topluma değişen, zamandan zamana evrilen ve insan davranışlarına bir nevi meşruiyet kazandıran bir şey aslında.
Peki sonuç olarak insan olma kavramının gerçekten var olduğuna inanırsak elimize ne geçecek? Aslında önerdiğimiz şey bu kavramın sınırlarını kendimize göre şekillendirmek. Bu tıpkı,ahlaki olanı tanımlamak gibi. Kimileri ahlaklı olmanın ahlak üzerine düşünmek olduğuna inanır. Belki de “doğru” bir şekilde insan olmanın kıstası da insan olmak üzerine düşünmekten ve insan olmanın sınırlarını kendimiz çizebilmekten geçiyor olabilir.
Geçtan, Engin (1983). İnsan Olmak. İstanbul: Metis.