Konuk Yazar: Asiye Tuna Deniz.
Doğduğumuz anda hayatla tanışıyoruz. Önde ya da geride değiliz. Az ya da çok…
Hepimiz bu bir hayat için hırpalıyoruz kendimizi. Para, şan, mevki bu bir hayat için. Aşk, dostluk, nefret bu bir hayat…
Aslında bavulumuzun olmadığı, renklerin sadece yansımadan ibaret olduğu bir hayat. Bize oluşturulan kabuklara savaşlar açarak eğip büküyoruz kendimizi. İnsan, tek bir hayatı olduğunu bilen ama asla tek bir hayatı varmış gibi yaşamayan, gizemi çözülemeyen. Kelebeklerin iki günlük hayatına şiirler yazıp, kendi iki günlük hayatına suskunluklar sığdıran…
Hisler barındıran her canlı bir dünya yaratıyor kendine, titan da olsa balık da ve sonra dışta kalan dünyaya ayak uydurmaya çalışıyor. Gökkuşağını çok renkli oluşundan severken birbirimizin renklerini kabul edemeyişimiz bu dünyanın tezat sanatı.
Belki hayatımıza yukarıdan baksak bu kadar mükemmel olmaya çalışmazdık. Dönüp yaralarımızı kanatmazdık, kendimize yeni cepheler açmazdık. Herkesin kendi açısında kırıldığını fark edip kendimiz olurduk sadece. Hayat bir şekilde oyuna dahil ediyor hepimizi. Maskelerimizi takıp sahneye çıkıyoruz.
Bense yine farklı kelimelerle aynı şarkıyı okuyorum. Hâlâ şiirlerde yaşıyorum. Bu güz dönemi bana hayatı öğretti. Ben çimlere basmaya korkan o küçük kediydim, insanlar da yaşamayı bilmediğimden habersiz.
İnsan, zamanı bölen. Kendi böldüğü zamana geç kalan. Koşan, yakalayamayan. Yorulup hayata havlu atan.
Biz insanlar yaşamaktan korkuyoruz. O kadar siliğiz ki başka renklere kör olan gözlerimizin arkasında yaşıyoruz. Kaç kere yıkıldı bu dünya ve kaç kere şahit oldu görenlerle görmek istemeyenlerin savaşına.
Hangi yüzyıl bir ütopya oldu insana? İnsan, sadece suçlayan. Suçu hayata yıkan.
Hayat, kayboluşumuz; sonra da kendimizi bulamayışımız.
Hayat, dilimin ucunda acısı kalan.