Gerçek nedir, ayırt ediciliği nedir? Mesela bir karşıt anlamı var mıdır yoksa gerçek olmayan demekle mi yetiniriz? Herkes için ortak bir gerçek var mıdır yahut insan sayısı kadar gerçek mi vardır? Ben, ikisine de inanmayanlardanım. Bütün bunlara bir cevabım da yok. Kendi gerçeğimi anlatma merakında da değilim, yalnızca sevdiğim iki hikâyenin gerçekliğini sorgulamak istiyorum. Bu hikâyeleri anlatırken ben, gerçeğin yerini bulacağına inanıyorum, her gerçek kadar değeri olan kendi gerçekleriyle…
Sinema için kurak diyemesem de, iyi filmlerin adeta karne ile dağıtıldığı zamanlardayız. Hayatın giderek daha şeffaf ama daha sığ olduğu bir zamanın kırbacından nasibini alıyor yedinci sanat. Popülizmin tuzağında, sürekli birbiriyle aynı matematiğe sahip filmler üretiliyor. Günün sonunda, oldukça insani şeyleri ‘zaaf’ olarak niteleyen bir kahraman vücut buluyor seyircinin zihninde. Diğer tarafta, David Fincher, oldukça farklı yazılmış bir senaryoya sahip ‘Ejderha Dövmeli Kız’ filminin devamını çekecek bir stüdyo bulamıyor. Sinema, çeşitli tanımlamaların ve ifadelerin arasına sıkıştırılıyor. Yapısı gereği her tanımlama, bir sınır inşa eder, bir öteki icat eder. Sonradan ortaya çıkan, tüm sanatlardan beslenmekten geri durmayan, tanımlar üstü bir yaratımın, yedinci sanatın, buna hapsedilmek istenmesi çok acı. Söz gelimi sanat filmi diye bir tanımlama uyduruldu. Sormak lazım, diğerleri porno film mi? Sinemaseverler arasında dahi, popüler olanı eleştirme popülizmi mevcut. Bunun en bariz kurbanı, Christopher Nolan bana göre. Bu yazıda, biraz rastlantı biraz da işgüzarlık ile, onun eseri ‘Inception’ ile Martin Scorsese’nin son eseri The Irishman’den, onların anlatmak istediği gerçekten bahsedeceğim.
Christopher Nolan, gişe sinemasının dâhi yönetmeni olarak biliniyor. Teknik açıdan sürekli en üst perdede çalışan bir yönetmen, IMAX kameralar ile çekilen ilk sinema filmi de onun çektiği The Dark Knight. Sinemaseverlerin dikkatini, daha ilk filmlerinden çekmişti lakin 2010’da çektiği ‘Inception’ ile çok geniş bir kitleye ulaştığı da aşikar. 2006, Japonya yapımı Paprika filminden esinlenen Nolan, buradaki hikâyeyi kendi vizyonu ile birleştiyor. Onun versiyonunda, hikâye, ana kahramanının dünyasını tanımamıza direkt olarak hizmet ediyor. Ayrıca bu hâliyle hikâye, 4 doruk noktası barındıran bir senaryoya dönüşüyor ve heyacanın dozu, film boyunca en üst perdede kalıyor. Filmin sonu hakkındaki teoriler, onu tarihin en çok tartışılan filmlerinden biri hâline getirdi.
Martin Scorsese, büyük usta! Geçmişi yeniden yaratmayı seviyorum diyen, Amerika’da büyüdüğü çevrelerin ruhunu filmlerine nakış nakış işleyen, 50 yıllık bir çınar. Taxi Driver, Raging Bull, Goodfellas, The Departed gibi yapıtları filmografisinde barındıran Scorsese, sinemanın da geçmişini yaratan isimlerden. The Irishman, yıldızdan geçilmeyen kadrosu, ele aldığı nostaljik hikâyesi ile görkemli bir veda filmi. Scorsese’nin büyüdüğü mafya çevrelerinin şiddetini ve iktidar ilişkilerini yansıtan, alt metninde ise insana dair sadakat, güven, sevgi gibi temel hisleri yorumlayan bir portre.
Gerçeğe dönelim. Inception rüyalardan kurulu bir evren aktarıyor. İnsan zihnini bir mimari olarak ele alan filmde, derinlere indikçe ters bir çekim ile ayağımız yerden kesiliyor, gerçek ile hayalî olan birbirine karışıyor. Inception, her tarafı patlayan bir gişe filminin nasıl sanat barındırabileceğine çok güzel bir örnek. The Irishman ise gerçeği farklı bir şekilde ele alıyor, gerçek, bu defa suratımızda vücut buluyor, bir tokat gibi. İktidarı, suçu ve yozlaşmayı anlatan bir filmin, insan olma hastalığını nasıl anlattığına dair, göze parmak sokmadan, muhteşem bir örnek yine. Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiş bir gerçek.
Inception, hikâyenin de mimarisi sayesinde, ana karakter Cobb’un etrafında şekillenen olayları izlerken onun psikolojisinin derinlerine indiğimiz bir film. Tutkuyla bağlı olduğu karısı Mal, onu kaybedişi, yaşadığı pişmanlık aslında filmin o çok tartışılan sonunu da aydınlatıyor, bana göre. The Irishman ise ikinci dünya savaşı gazisi Frank Sheeran’ın suç dünyası içerisinde yükselişi, Jimmy Hoffa ile tanışması, aralarındaki sadakat üzerinden dahil olduğumuz bir hikâye. İki film de seyirciyi; sevgi, sadakat ve bunların gerçeklik ile ilişkisi üzerine yeniden düşünmeye çağırıyor. Yeni bir gerçek yaratma uğraşısı ile.
Inception’da sevgi, gerçeklik ile yer değiştiriyor. Karakterler, film boyunca gerçekliği ayırt edebilmek için, kişisel bir nesne taşıyor: Totem. Bu nesneleri kendilerinden başkası bilmiyor, özellikleri kendine has, dolayısıyla gerçeklikten şüphe ettiklerinde, bu nesnelere sığınıyorlar. Cobb ve Mal ise birbirlerine olan sevgi ve sadakatleri ile bu nesneyi değiş tokuş ediyorlar: İkisi aynı totemi kullanmaya başlıyor. Cobb’u derin bir pişmanlığa, Mal’u ise intihara sürükleyen olaylar silsilesi, tek bir olayla başlıyor: Cobb’un onun zihnine yerleştirdiği fikir. Bu fikirden, totemini kullanarak kolaylıkla sıyrılabilir Mal, lakin Cobb ile paylaştığı toteme güvenmiyor ve bu onun sonunu hazırlıyor. Bunu mümkün kılan, bu fikrin onun zihnine yerleştirilmesini de sağlayan, sevgi ve sadakat. Mal, ölürken bile Cobb’u seviyor ve bu, Cobb’un pişmanlığa gömülmesinin başlangıcı oluyor. Rüyalarında bir türlü çocuklarının yüzünü göremez. Geri kalan yaşamını, karısının hayaleti ile geçirir. Peki ya totem? Her sevgi, bir gün acı veren bir nesneye dönüşür.
The Irishman’de ise, Jimmy Hoffa odağıma giriyor. Aksi ve etrafındakilere karşı güvensiz birisi. Frank, Hoffa’nın, ailesinden sonra hayatta en çok güvendiği kişi. Bekletilmekten hiç hoşlanmayan, dakik bir adam Hoffa. Öyle ki, kendi geleceği için muhakkak anlaşması gereken birisiyle bile çatışıyor. Onu beklettiği için. Frank geç kaldığında ise, nerede kaldın diyerek geçiştiriyor. Şuç dünyasında var olan gerçek, sırtını kimseye dayamaman, her zaman tetikte olman gerektiği. Oysa Frank’e karşı bu, yerini derin bir güvene bırakmış. Gerçek, güven ve derinde sevgi ile değiş tokuş halinde. Hoffa, buluşmak için ikna edildiği sahnede, pekâlâ tahmin edebiliyordu, kendisini öldürebileceklerini. Halka açık bir yerde buluşmakta ısrar etti bu yüzden de. İsteği kabul edildi oysa, öldüreleceği yer çoktan seçilmiş, detayları dahi düşünülmüş ve değiştirilmişti. Geriye kalan, onu tuzağa çekmekti. Bunu yapmak ise yakın dostu Frank’e kalmıştı. Buluştuklarında, arabada arkada otururken Hoffa Frank’e “Silahın yanında mı, bu şerefsizlere güven olmaz.” diyor. Birkaç dakika içinde, o silah tarafından vuruluyor. Scorsese’nin artık imzası olan sessizlik, sahneye çöküyor. En yakın arkadaşı Frank, soğukkanlılıkla, onun sonuna karar veriyor. Görkemli bir yaşam geçiren Hoffa, görkemli bir hata, sevgi, ile veda ediyor.
Sonunda söylemem gerekir ki, bu iki hikâyenin gerçeği hakkındaki gerçek, bize sunuyor içine zehir döktüğümüz kadehi. Hoffa ve Mal, sevgiyi kendi gerçekliklerinin yerine koydular. Bu, hayatlarına mal oldu. Hayatta böyle bir gerçek var maalesef, yüzleşilmesi gereken. Sizi yaralayanın, size çok yakın olması muhtemeldir. Yahut kendi penceremizden bakacak olursak, sokaktan geçip gidene değil, hep o ölüp bayıldıklarımıza yapıyoruz ne yaparsak. Yine de, herkesten uzun yaşayan Frank, kızına kendini affettiremedi, onun yaptığı anlaşılınca. Inception’da ise, son sahne rüya değil gerçekti bana göre. Cobb film boyunca ilk kez o sahnede, çocuklarının yüzünü görebildi. İnsan olma hastalığı, her seferinde, bizi yaralayacak olan o sevgiye yeniden kucak açmamızı sağlar. Hayatta başımıza gelen her kötü şey, aslında tanıdığımızı varsaydığımız insanlar tarafından yapılır. Bu yüzden, inanmak isteriz ve her sabah kalkar kalkmaz ilk yaptığımız şey, kendimizi kandırmaktır. Zaten, aksi de mümkün değildir. İnsan olmak, tam olarak da budur. Sevgiyle kalın…