Aynı hikâyenin çeşitli rollere bürünmüş karakterleri olduğumuzu büyük resme baktığımızda fark edebiliriz. Roller hayatların ana hatlarını belirlerken, getirdikleri yüklerin altında ezilmeme çabamız da parmak basılması gereken hayli önemli bir nokta. Rollerin ve kimliklerin ötesinde kendi gerçekliğinin sorgusu ve onu, sorumlulukların ya da zorunlulukların ötesinde kabul etme yetisinin geliştirilmesi de önemli olan bir diğer nokta. Bununla beraber rollerin çeşitliliğinin hayatımıza belli etkileri oluyor. Ortamlara göre takındığın tavırlardan tut da duruşunun, cümle içerisine yerleştirdiğin kelimelerin, mimiklerin ve daha birçok somutluk ya da soyutluğun değişken olmasının ne ölçüde normal olduğu konusuna parmak basıyorum zihnimde. Zamanlar, konumlar, ilişkiler değiştiği sürece belli oranda değişen müziğin ritmi bazense türü kimi zaman da her ikisi; hayatların ve rollerin evrilişine en büyük kanıtlar. Fazlasıyla geniş, onlarca enstrümanın ve insanın bulunduğu bir holde barınan anlamları yola çıktığımız konuyla bağdaştıralım.
Ucu bucağı görünse de ciddi kalabalıklara ev sahipliği yapan salonun en göze değen yerinde duruyorsun. Ayaktasın. Yani insanların bakışlarına ve düşüncelerine daha çok maruz kalabileceğin noktada. Bu durum işinden kaynaklı alışılagelmiş hislere tekabül etse de salona giren her bir insanın zihin dünyasının farklı derinliklerinde konumlanma ihtimali gerilmeye hakkının olduğunu kanıtlar nitelikte. Yönetmen gereken kırk beş kişilik bir orkestra ve ortaya çıkacak muhtemel eserin kulaklara şenlik olmasını bekleyen onlarca kişi var arkanda. Kulaklara şenlik dediysek de sanata bakışın önemi var tabii, tam da bu noktada. Üzerinde haklı sorumluluğunu hissediyorsun beklentilerin, günün sonunda sana bağlı olan durumların sorumluluğunun yükünü de kaldırmaya çalışıyorsun bedeninde. Yönetimin sende olmasından kaynaklı hâl ve hareketlerinin ne derece etkili olduğunun da bilincindesin. Aldığın sorumlulukları hissediyorsun ama bir yandan da takılmıyorsun sorumluluğun büyüklüğüne. İstek olduğu takdirde üstesinden gelinmesi gereken her durum daha çekilebilir oluyor. Farkındasın. Asıl olayın orkestranın bir parçası haline gelebilmek, gökyüzünde ahenkle süzülen kuşlar misali uyumu yakalamak olduğunu biliyorsun içten içe. Viyolonsel, piyano, fagot… Ayrı ayrı seslere sahip olmalarına rağmen orkestra içerisinde nasıl da bir bütün oluyorlar, düşünüyorsun. İşte insanların uyumları da böyle, yapı içerisindeki insanlar birbirlerini ne kadar tolere edebiliyor ya da ne kadar uyum içerisinde dans etmeyi başarabiliyorsa o kadar bütünleşmiş somutluklar çıkıyor ortaya.
Olmaması için çabaladığın bir hiyerarşi beliriyor zihninde. Bestelediğin eserlerin var, seslendiren ve hayata geçiren enstrümanların varlığı senin eserini somut kılarken yoğun hissedilen hiyerarşinin varlığı nasıl gerçek kılabilir eseri? Karşısına geçiyorsun orkestranın, bütünleşen enstrümanların gücünü hissediyorsun tüm bedeninde. Hem besliyor hem de besleniyorsun. Ortak bir histe birleşmen gereken kırk beş kişilik bir ekip var karşında. İletişiminin devam etmek zorunda olduğu da. Umursamayıp kendi işine bakmanın mümkün olmadığı bir noktadasın öte yandan. Aslında zorunlulukların var.
Zorunlulukların olması, hiyerarşi, ekiple uyum içerisinde çalışma çabası, sorumlu olduğun hissini veren konular, bazen yargılanmaktan bazense insanların düşüncelerinin üzerinde kara bulutlar şeklinde konumlanmasından duyulan korku… Bu duyguları ve durumları yaşıyor olmak için orkestra şefi olmaya gerek yok. Bir salonun içerisinde farklı kimliklerde dolanıyoruz, konumlanışımıza bağlı olarak zaman zaman iki zıt renge kimi zamansa aynı rengin farklı tonlarına bürünüyoruz. Siyah da ben beyaz da mor da lila da. Dengesi olması önemli olsa da büründüğümüz kimliklerin fazlalığında sorun göremiyorum. Önemli olan o çeşitlilikte kaybolmayıp içindeki orkestra şefine de fırsat vermek, diğer kimliklerine de. İşte o zaman dengesizlikleri barındırdığını düşündüğün döngüde dengeyi bulacaksın.