Anjina Pektoris
İşten çıkıp metroya bindim. Eve gidecektim ama tepede Şişhane yazısını görünce dayanamadım, indim. Sokaklarda eski binaların ve keşfedilmemiş kafelerin arasında dolaşıp durdum bir süre. Çeşitli düşünceler ve anılarla sokaklarda yürürken yağmur başladı. Önceleri ıslanmayı tercih ettim ama sonra soğuktan bacağım sızlayınca ertelenmiş ortopedi randevumu da anımsayıp kendimi Türk-Alman kitabevine attım. Üşümenin de verdiği etkiyle kendimi üst kattaki şöminenin önünde buldum. Orta Çağ hanlarının bir çeşit modern replikası olan bu büyükçe odadaki anılarım canlandı zihnimde. Boğucu düşüncelerden kurtulmamın gerektiğini fark ettiğim bir anda ayağa kalkıp kitaplığa uzandım. Bertolt Brecht’in Galilei’nin Yaşamı isimli kitabı gözüme çarptı. Kitaba uzandım ve incelemeye başladım. İlk sayfası şu notla birlikte imzalanmıştı: “İnanmak ve bu değerler için savaşmak, ne yüce kavram! Uğruna ölünesi, hatta sevilesi! Bu mefhumlarla yaşayan sevgilim, bulunmaz dilimde seda senahân (öven) olan sana! -Ayşe Ö.”
Tutkulu aşkların dışarıdan gözlemcilerinin ağzında bıraktığı kekremsi bir tat vardır ya, biraz kıskançlık biraz gıpta biraz da nasıl ayrıldılar da bu kitap buraya düştü merakı. Öte yandan anlatı şekli de çok hoşuma gitti, bir kavramın sevgili ile birleştirilmesi, dahası bunun tarihî bir şahsın ruhunda yapılmasını oldukça yüce buldum. İç sayfalarında buna benzer cümleler olup olmadığını merak ettiğimden kitabı yanıma aldım. Sayfalardan birinin altında bir ay öncesine tarihlenen küçük bir not bulabildim sadece. Satırların altı bile çizilmemişti, sanırım ayrılık ışığı yutmuş sevgilerini. Belki biraz olsun da sevilmiş hissedebilmek için kitabı yanıma almıştım, sanki bu sözler bana edilsin ister gibi. Dinmiş yağmura da aldanarak dışarı çıktım, bana ait olan sözleri kimse görmesin diye.
Cadde-i Kebir’de (İstiklal Caddesi’nde) dolaşırken bir binanın alınlığı[i] çok dikkatimi çekti. Beyaz renkli ve bol ayrıntılı bu alınlıkta, Yunan mitolojisinden üç karakter, Tantalos, Sisyphos ve Ixion yer alıyordu. Bunlardan Tantalos sonsuza kadar doymadan ve kanmadan yiyip içme cezasına, Sisyphos, bir dağın doruğuna taş taşıma cezasına, Ixion ise sonsuza dek tekerlek çevirme cezasına çarptırılmıştı. Hiçbir zaman görevlerini yerine getiremeyecek olan bu üç bedbaht karakter, beynimde bir şimşek çakması kadar zaman için hayatla özdeşleşti. Yaptığımız her şeyin boş olduğuna hiç duymadığım kadar büyük bir iman duydum ve bu hissin de yardımıyla içeriye adımımı attım.
Girer girmez beni karşılayan asansörde Vanitas[ii] ve Dans Macabre[iii] akımından izler taşıdığını anladığım iskelet ve kuru kafa illüstrasyonlarını gördüm. Binanın mimarı veya tasarımcısı kimdi bilmiyorum ama kültürü ile beni büyülediğini itiraf etmeliyim. Üzerine pek düşünmeden 7 rakamına bastım ve karşıma çıkacak şeyleri beklemeye koyuldum. Karşıma çıkan ilk dairenin kapısında Gustave Boulanger’in[iv] Prens Napoleon’un Pompeii Sarayı[v] tablosu resmedilmişti. Hayatımda ilk defa bir kapının üzerinde bir resmin taklit edildiğini görüyordum. Resmin hikâyesini, içinde yer alan insanları, Roma togası[vi] giysisi içindeki şairleri düşündüm ve bu absürt sahne içinde garip hissettim.
Bu sokakta, apartmanda ve hatta dairede bildiğim şeyler vardı sanki, gizlenmiş şeyler, dahası bana dair şeyler. Merak hissimi yenemeyerek kapıyı çaldım. Ellerimin titrediği belli olmasın diye iki elimi karnımda kavuşturarak geri çekildim. Saçı dağınık bir kadın açtı ve “Buyrun?” diyen gözlerle baktı bana. Ne diyeceğimi bilemeyerek kekeliyordum ki “Ahmet?” dedi ikinci hecesini uzatarak. Evet de siz kimsiniz diyecek oldum, sanki kapıyı çalan oymuş gibi ama buna gerek kalmadan içeri buyur etti.
Tanımadığım bir apartmanda tanımadığım bir insanın evinde misafirdim ama sanki hepsi beni tanıyor gibiydi. Çocuklukta hepsi birbirine benzeyen aile dostlarının yıllar sonra sizi tanıması gibi, beyinde yalnızca belirsiz akisler gibi dönen hatıralar. Tek parça kocaman bir salondan ve mutfaktan oluşan bu evin her yerinde farklı yüzyıllardan izler, istifçi insanlara has bir titizlikle yığılmış çeşitli ilişkisiz nesneler doluydu. Odaya girdiğim yerin tam karşısındaki sedirde oturan daha yaşlı kadın meraklı gözlerle beni süzüyordu. Üzerimdeki şaşkınlığı atmak ve ortama uyum sağlamak için bu kadına belli belirsiz bir baş selamı verdim. Kadın göğsüne hava doldurarak “Ayşe, misafirimizi bana tanıtmayacak mısın?” diye seslendi. Onlar da beni tanımıyormuş diye düşünüyordum ki bir anda beynimde şimşek çaktı, çünkü bu Ayşe, kitabevindeki Ayşe Ö. ve üniversitedeki sınıf arkadaşım Ayşe hep aynı insanlardı. Beni de oradan tanıyordu. Kucağına düştüğüm tesadüf beni onun evine getirmiş burada misafir ettiriyordu. Sanki bu fikri yeni anlamamışım da zaten ona gelecekmişim gibi bir tavır takınarak ilk girdiğimden çok daha özgüvenli bir şekilde kapının hemen yanındaki deri koltuğa oturdum.
Ayşe odaya girdiğinde tavandaki resme bakıyordum. Felix Auguste Clement’in[vii] yaptığı oryantalist bir eserin işlendiği tavan tam ortasındaki cam bir açıklık yardımıyla ışık alıyordu. Sait Halim Paşa’nın ceylan avını anlatan bu eser, bu camdan süzen ışığın oyunları sayesinde belki hiç olmadığı kadar gerçeklikten uzaklaşıyor ve onu izleyen gözlere ilham verici gözüküyordu. Aman Yarabbi, diyerek irkildim bir an, bu iki göz odada ne çok betimlenecek şey vardı, algılayan beyinlerin aynı noktada buluşması için ne çok ıstırap çekmeleri ne çok seyahatte bulunmaları gerekiyordu. Dalgın olduğumu anlamış olacak, Ayşe seslendi: “Evimizi beğenmişsindir umarım, farklı bir ezgi inşa etmeye çalıştık.”
– Evet, kesinlikle. Yalnız girişten bu tarafa karşıma çıkan her şey birbirinden uzak yüzyıllardan, alakasız mefhumlardan geliyor. Ne için, kimin için bunca çaba?
Gözlerimin içine şımararak baktı, ayağa kalktı hafif topuklu terliklerini ayağından çıkarttı ve çıplak ayakla odanın her yerini dolaştı. Pencereden dışarıyı izledi ve nihayet ablasının kucağına oturdu. Ritüelleri sonlanan bir keşiş gibi huzurla baktı gözlerimin içine ve odadaki bir ruhu incitmekten korkuyor olacak, fısıltı benzeri bir sesle konuşmaya başladı:
– Her şeyden önce kendi benliğim için. Bu kadar farklı köşeleri olan bir hayatı bir sürü farklı pencereden görmeye çalışmak hoşuma gidiyor. Buradan caddeye inene dek yüzyıllar arasında seyahat ediyor, her gün fark etmediğim yeni bir ayrıntının dalgalarına kendimi koyuveriyorum. Öte yandan bütün bu gördüğün sistem bütüncül olarak bir çeşit güvenlik duvarı. Bilirsin, insan anlayamadığı şeyden korkar ve onu ötekileştirir. Eve girdiğinden beri gördüğün sahneleri gözünün önünden geçir lütfen. Girişteki alınlık üzerinde biri taş taşıyan biri tekerlek döndüren diğeri de su içemeyen üç çıplak adam gördün. Asansöre bindin, bir sürü iskelet ve kuru kafa gördün. Evin kapısında durduğunda bir Pompeii şehri gördün ki bu şehir lavla ve külle yok olmuştu. Evin içine girdiğinde tavanda oryantalist bir gözün Doğu’yu garipseyen bakışlarını gördün. Bu tablolar hakkında bilgi sahibi olmayan bir insanın duyacağı dehşeti hayal edebiliyor musun? Sen geldiğinde heyecanlıydın çünkü bir insan bunca çok akımı bunca çok yüzyılı kendinde nasıl birleştirebildi, işte bunu görmek istedin. Yani ben, bunca yılın, bunca insanın ağrısını gönlümde duyduktan sonra hayata adım atmaya olan korkaklığımın bir nişanesi olarak evimin etrafına bu sanattan duvarları ördüm. Bu bir asosyalleşme değil yalnızca anlaşılmaya duyulan özlem.
Kekeleyerek sordum:
Y ya yani bü bü bütün bu tasarımı bir iç mimar yapmadı da sen mi yaptın? Hem de insanlar evine gelmekten korksun diye?
–Evet, ne varmış bunda? Vasatlığı yücelttiğiniz yetmedi mi? Yaptığım iş başka, ilgilendiğim husus bambaşka.
Kendimi gerilmiş hissettim, onca yıldır görmediğim bir okul arkadaşımı dalgalı bir aşk ilişkisinin kapısını kapatmaya uğraşırken bulmuştum. Delirip delirmediğinden emin olmadığım bu kadının bana veya kendine bir zarar vermesinden korktum. Tam evi terk etmek için ayağa kalkıyordum ki belki kaderimi değiştirecek o sakarlık yaşandı. Yanıma aldığım kitap yere düştü. Hiçbir belgeselde görmediğim bir çeviklikle ablasının kucağından fırladı, kitabı yerden aldı ve ilk sayfasını açtı. Sayfalarını buruşturmak istercesine hiddetle sıktı ve fırlattı. “Allah’ın belası kitap!” diye bağırdı. Alt dudağı titreyerek gözlerini yukarıdaki pencereye dikti ve “Hey bunak bevahe (baykuş)! İnsafın göklerde namı yok mu?” diye bağırdı. Hırçınlaşan bir köpek gibi dişlerini çıkararak ablasına döndü ve “Dışarı çık!” diye bağırdı.
Yüzü asılan ablası da sinirlenerek inledi:
– Öldüremedin şu bitli fareyi beyninde. Gelsin de görsün ettiklerini diye. Zehirle gitsin gövdesini ruh-u habisin. (Kötü ruh)
Göğsü bir körük gibi inip kalkarak ablasının yakasına yapıştı ve onu sallamaya başladı. Sırtı bana dönük olduğundan artık göremesem de hıçkırıklarından bir ağlama krizine girdiğini anlıyordum. Aniden gelişen bu olaylar silsilesini yalnızca gözlemci olarak izleyebiliyordum. Aralarındaki ezoterik bir dinin mürtedine (dinden çıkan kişi) ne olacağını tartışıyor gibiydiler. Ah kuzum, kavga eden ilah mı olurmuş? O kadar gerçek dışı geliyordu ki şu yaşadıklarım, beynim komiklikler üretmeye başlamıştı ta ki abla yaka paça kapının önüne konup sinirli gözler bana dönene kadar. Ayşe bana baktı ve kelimelerin üstüne basa basa tahmini zor olmayan şu soruyu sordu:
– Bu kitabı nereden buldun? Sakın yalan söyleme, sakın!
Bu cümleleri duyduğum an içimde bir acıma hüzmesi hissettim. Rastgeleliğin koynunda buraya gelmiş olan bana bile mana atfediyordu. Sevgilisinin, hayır eski sevgilisinin (bu tek kelimelik sıfat ne çok insanın canını ne çok acıtıyordu) dahil olduğu bir hikâye için belki oracıkta ölmeye razıydı. Ancak insanlar yalanlarla mutlu edilmek için var değildi. Neden vardı bilemem ama bunun için var değildi. Genzimi temizleyerek konuştum:
Tam bu noktada ona inanmamı sağlamanın can güvenliği hissimle birleştiğini anlamış olacak ki yanıma gelip yüzümü okşadı. “Yeter, tamam.” diye fısıldadı. Pencerenin önüne gitti ve caddeyi seyre koyuldu. Marilyn Monroe filmlerinden fırladığını sandığım bir sigaralığa sigarasını takıp ağır ağır içti. Evet sakinleşmişti, sandığımın aksine umursanmak değil umursanmamak hoşuna gitmişti. “Bitli Fare”yi öldürecek gücü böyle toplayacağını düşünüyordu belki de. Kafamdaki düşünceler birbirine bağlanıp akıp giderken onları düşüncesizce böldü:
Bu cümlemi duymamış gibiydi. Bir çeşit transa geçmişti ve ben ne dersem diyeyim o bildiği yoldan devam edecekti ama beni bu oyuna inandırmak için soru soruyormuş gibi yapıyordu. Burnuna dokundu ve konuşmaya başladı:
–Madem, kitabımı buldun ve bana getirdin, hikâyemi olmasa da üzerimdeki etkilerini öğrenmeye muktedirsin artık. Öncelikle her fırtınalı aşk hikâyesi biten insan gibi kendi içime kapandım ve uzun uzun düşündüm. Aşk nedir, kime âşık oluruz, ne kadar sürer bu aşk, karşılıklı olursa ne olur karşılıksız olursa ne olur falan gibi bir sürü soru hakkında kocaman etiketler yaratmaya çalıştım. Çünkü insan bir anlam istiyor, anlamlandırmak istiyor, “Ne geldi başıma az önce?” sorusuna yanıt istiyor. Ve sizi temin ederim Ahmet Bey, bu, göründüğünden daha ağır bir soru.
Beynim dumura uğramıştı. Biraz önce suratı köpeğe benzeyen bu kadın kısa bir oda içi yürüyüşü ve sigara tüttürmenin akabinde nasıl bu kadar mantıklı konuşan uysal bir kırlangıca dönüşmüştü? Bunları düşünürken duyamadığım cümlenin bir arası olsa da kopukluğu kotarabilecek bir yerde dahil oldum tekrar akışa:
– Bence ilk olarak bilmediğimiz, tanımadığımız insanlara âşık oluruz. Bir çeşit idealize etme süreci. Bildiklerini koy, boşlukları olabilecek en iyisi ile tanımla. Sevgiliden bir aziz, ermiş ve hatta Tanrı/ça yaratma süreci. Apollon veya Dionysos canımız her ne istiyorsa. Hatta belki ikisi birden. Ama kimse bize öğretmemiş ki bir kucağa hem Apollon hem Dionysos, hem ölümsüzlük hem bok sığmaz.
Bok dediği an tekrar dikkatim dağıldı. Ne anlatıyordu bu kadın sahi? Başından geçenleri anlatırken sembolizm yapan insan mı olur?
– İnsan ruhunun labirentlerinde ıslıkla dolaştığımız kısımlar yani. Sonra tabii tanıdıkça beynimizdeki hâlinden uzaksadığını görüyoruz. Neden? Çünkü tanınan hiçbir şey idealize edilecek kadar mükemmel olamaz. Yani o insan şahsında olmayan kadınları/erkekleri severiz. Sonrası ne mi? Mutlak son:
“Ulan ishal olan Tanrı mı olur?” sancısı.
Gerçekliğimiz bir kere sınandıktan sonra her şey mümkün hale gelir. Dengeye gelmek de yok olmak da. Tam o zamanlarda akılda tutmakta yarar olan tek bir şey vardır:
“Ruhlar gibi onların inşa ettiği eşya da anılar da ölümsüzdür.”
Bu da şu demektir ki bu sevgililerimizin elinin değdiği her yer uzunca bir süre gözümüze göründüğü her an yeniden doğacak ve beynimize saplanacak. O yüzden tam bu aşamada adımını dikkatle atmalı kişi, duymadığı ıstıraptan öğrenmeli işi, ki akmaya devam edebilsin toprakta ruh denen sıvı.
Ama şunu sakın unutma, aşklar da devletleri andırır. İçinde yaşayanları bir arada tutan his yok olduğunda silinirler. Ve her devletin kaderidir yıkılmak.
Yani son durak: Uğursuz bir melodrama.
Tam bu anda atıldım:
– Hayır, bence hayat da aşk da bir rapsodi. Yani hem Homeros’tan beslenir, hem de her anında zıtlıklar içerir. Hayat bir dengedir. Eğer sevgiliniz sizi bulutların tepesine çıkardıysa kalpler çatlatan aşkıyla, sabretmelisiniz uykusuz gecelere ve beyinler parçalayan acıya. Hem bu dünya gülünecek yer değil midir? Alay etmekten başka ne yapılır tüm bu hantal binayla? Hem sen fazla formülize etmişsin aşkı, mutlu olamazsın içmedikçe şarabı, elindeki kadehten Dionysos’un. Kairos[ix] da kaos da düşmüştür hissesine insanın. Sonra şunu tadar ölümlü: Hep doğru kelimeler ve doğru zamanda olmak ancak son mukadder: ıstırap!
Gece 3
Anjina Pektoris
Yahut mide spazmı
Aynı hayat gibi
Ayırt edilemezlikle yüklü
Sırtlanılan yanlış manalara gönüllü
Anjina Pektoris! En genç çağında ömrümüzün
Mide spazmı en ölgün düşümüzün.
İkisi de aynı görünür zamanın aynasında
Şarap hırsızı kadının şarkısında.
– Kavramlarla neden oynuyorsunuz? Bu hayat bir şarkı, biz de en güzel şekilde terennüm (alçak sesle şarkı söyleme) etmeye gelmiş hanendeleriz (şarkıcı). Kalbi ağrıyan ilk kişi miydiniz ki son olmayı arzuluyorsunuz? Olmasa perdesi arada azabın, duyulur mu şarkısı neşeleri anların? Sen dinle beni hayır beni değil benim ağzımdan sembollerin yüce şairi Rimbaud’yu[x]:
“Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.”
Size dürüst olayım mı? Evet festival bitti, karnaval bitti, mutlu şenlik nihayete erdi. Ufukta battı en muhteşem güneş, eski Şiraz’ı anımsatan yüceliğiyle. Ama bekleyişimiz bile yüce bir sevinç! Hepimizin gerçeği yüce sevgilerimizle birlikte yıkıldı, biz de utanmadık, aştık onu, dışına çıktık. Yine Rimbaud’dan ileteyim:
“Büyük Evrene büyük seviyi sunacaksın,
Sonsuz bir gülücükle arınıp yunacaksın.
Koca bir çalgı gibi Dünya’mız titreşecek,
Haz dolu bir öpüşle kendisinden geçecek.
Güçlü insan, kucakla mutsuzları sevindir!”
Bundan yüce neyi buldun melankolinde Ayşe, sürekli isyan edip duruyorsun?
Uzun konuşmamdan ve benden destek bulamamaktan olacak, gözleri doldu ve sofadaki tek bir noktayı izlemeye koyuldu. Sanki zikir çekiyor gibiydi. Sadece filmlerde görüp garip bulduğum dervişlerden birisi karşımda gibiydi. Ne dediğini duyabilmek için yerimden kalkıp yanına yaklaştım, duyabildiklerim şunlardı:
Savoy Hanedanlığı
Palazzo Reale Torino
Mozart, Don Giovane Operası Teatro dell’Opera di Roma
Tam bu noktada olağanca anlayışsızlığımla “Yanlış telaffuz ettiniz, Giovane (genç) anlamında. Giovanni yani Tanrı’nın hediyesi demek istiyor Mozart orada.” dedim. Kaybetmiş olmayı kabullenmiş insanlara özgü bir bakışla ayağa kalktı. Sırtını döndü, yardımcı olmak için ekledim:
– Ne var bunda bu kadar üzülecek? Tanrı esirgemiş bu kadar ilahi mekânlara birlikte gidemediğiniz için. Sizi bu hâle koyan kişiyle gidilecek yerler mi bunlar?
– Lütfen haddinizi bilin ve ablamın hakaretlerinden etkilenmeyin olur mu? Ayrıca Korint sütunlarını ve Barok üslubu seviyorum diye kimse beni kınayamaz. Hem bendeki bir çeşit beynimin dolu olması hâli. Ona yalnız sinir duyuyorum. Neden biliyor musun? Şu an kapıdan içeri bile girse, düzeltemez bir şeyi. Getiremez daha dün benim olan uykuyu eşiğimden içeri. Elveda şehveti erdem yapan tuğlu kıtalara, elveda hayat neşesi veren kızıl şaraba. Elveda, elveda, elveda! Yarabbi, ne acımasız söz şu “elveda”, aklımı yitirecek gibi oluyorum.
– Beyniniz onunla meşgul diyorsunuz yani, dedim gözlerim ışıldayarak. Vurgulamak istercesine yavaş yavaş:
– Evet, occupied. Aslında şey, Atilla İlhan’ın adını mıh gibi dediği an işte. Ama bence o da mutlak hissediyor fazlasını açığa vurduğundan.
–Hayır, dedim, bu koca bir yalan. Açığa vurduğu sevgi hiç, çünkü umursanmadınız. Hatta bu melankolik sevginiz onu bir taraftan rahatsız ediyor, bir taraftan da gururunu okşuyor. Sakın bu yola düşmeyin, önce öldürün onu, sonra gömün, gömün ki onu hatırlayan son kişi de öldüğünde hiç doğmamış olsun.
–Evet, haklısın belki de. Elindeki kitabın içinde bir mektup vardı ona yazdığım. Hislerini anlattığı bir cevap mektubu daha göndereceğini söylemişti. Unuttu. Unutmak, ne gaddarca bir sondur bu! Olsun, gaddarlığı kırabilecek olsa da kalbimi, azaltamaz ona olan sevgimi. Kim bilir birlikte olduğumuz başka dünyalar ne kadar şendi.
Ayağa kalktı, tozlu rafa uzandı, bir kitap çıkarttı oradan ve kitabı okşayarak şöyle söyledi:
Bu yaldızlı kâğıt, bu emsalsiz kitap,
Üstüne hakaretlerin yazılsın diye mi yaratıldı?
Ne yazık ettin kendine,
Bak mehtap bile yumuyor gözlerini,
Ettiklerine duyduğu utançtan!
Her iklime selam götüren rüzgâr bile
Akasyalara sığınmış işitmemek için seni!
Kemiriyor beynimi sonsuz bir uğultu
Nesin sen sahi? İçi boşalmış bir kuruntu!
Ama bazen de sevgiyle doluyor ve hayaline şöyle söylüyorum,
Ötesinde yankılanıyor gece kayalığın,
Ardından yaşanmamış yaşanmışlığın!
Tatlı sesini duyuyorum bazen kulaklarımda,
İntikam duygusu uyandırıyor ruhumda,
Görebileyim diye pişmanlığını,
Vermek üzere olduğun son nefesinde.
Sonra üstündekileri yavaş yavaş çıkarttı. Genç tenindeki huzur verici dinginlik beni derhal utanmaya ve gözlerimi kaçırmaya itti. Teninin kokusunun kapladığı odayı sanki bir pencerenin ardından yahut gözlükle görüyormuşum gibi oldu. İncil’de denir ya bu dünyada Tanrı’yı ancak karanlık bir camın arkasından görebiliriz, öte tarafta yüz yüze olacağız onunla[xi]. İşte o zaman anlamıştım bu karanlık camın ne olduğunu. Bu araya giren çıplaklık kisvesindeki cam cinsel arzu uyandıran ve harekete geçiren değil bilakis insanı rahatlatan bir çıplaklıktı. Masanın üzerindeki gramofona eğildi, Vivaldi’nin 4 Mevsim eserini koydu.
– Madem ikimizi de Ağustos ve Eylül ayları bu hâle getirdi, bakalım Vivaldi neler söylemiş. Kopsun bakalım ağustos fırtınası, üstadın öngördüğü gibi. Ayrıca küfür ve çıplaklık çok ilginç silahlardır, kimi insanları bayağı yaparken kimilerini tanrılara yaklaştırır.
Tam müzik başlarken şunu düşündüm:
“Konuşmadan yaratılan anlatılar ne müthiştir. Yalnız enstrümanların tınısı ve dinleyicilerin anladığı bir dil, öncesiz ve sonrasız.”
Sonra Vivaldi başladı, ama ben hiç böyle ortasından dinlememiştim ki! Gerçekten o çoban benmişim de ekinlerin başına gelmeyen kalmıyor hissiyle girdi gramofon. Keman sesleri üstüme geldikçe olduğum yerde sallanmaya başlamıştım. İlginç bir histi, neden sallandığımı bilmiyordum ama içimden bir ses beni hareket etmeye itiyordu. Garip bir hisle doldum ve şöyle söyledim:
“Yarab bana aşk yaratan kudreti ver.” Bu cümle günün başından beri kendime ait hissetmediğim ilk cümleydi ama son olmayacaktı. Ardından gelen ikinci fikir ise şuydu: “Yaşamış şairlerin en kudretlisi ben, ki ağzımdan hiç şiir dökülmedi. Yaşayan bestekârların en kudretlisi ben, ki kırık kemanım hiç nota çalmadı. Yaşayacak yazarların en kudretlisi ben, ki kalemimden hiç söz dökülmedi. Tek eser vereceğim bu dünyaya: Kendimi! Onu da yakut bezeli bir kafatasında sunacağım insanlara! Nankör değiller mi, en yüce eserimi kaldırıp atacaklar. Evet yalnız ölüm sevecek beni bütün benliğimi kuşatan sıcaklığıyla.”
Aklımdaki cümle ile Vivaldi eş zamanlı bitti. Sonra Ayşe sağ elinin işaret ve orta parmaklarını sallaya sallaya havaya kaldırarak havada şekiller çizdi. Ayini bittikten sonra gramofona yeni bir plak koydu. Her şeyin başında plaktan iddialı diyebileceğim bir ezgi dinledik bir dakika boyunca. Bu ilginç bir dakika ruhumda belirli akisler yarattı ve şunları yazdım yanımdaki kâğıda:
Bir gürültü koptu huysuz gecenin ruhunda
Işıksız caddelerin iç ısıtan kokusunda.
Cehennemle gözlerinin karanlığı,
Doğuracak korkunç bir canavarı.
Dilini tutmayı biliyor senin yanında,
Ancak kaniyim (eminim) o zaman bile kavgadadır aklıyla.
Enstrümantal kısım bitip Hoş geldin eyâ berîd-i cânân dizesini okumasıyla irkildiğimi hissettim. Ve dilimden şu satırlar döküldü:
Bir ses kafamın içindeki
Bilemem Erganûn gibi mi Ud gibi mi
İfşa eder Karanlık sokaklara
Kalbimin derinindekileri.
Neden sürekli sokakların karanlık olmaklığından dem vuruyorum diye düşünmeye dalamadım çünkü bu sefer plaktan 4. kez cânân vurgusu duyuldu. Aklıma düşen sözlerden en son hatırladığım şuydu:
Ey çelloya hapsolan görünmez ruh!
İsmin yoksa sana iblis desinler!
Küçük bir ara fasıldan sonra Yarab nice intizardır bu dizesine girdiğinde sesi o denli tizleşmişti ki oturduğum yerde ellerimi sıkıp bacaklarımı kenetlemekten başka bir şey yapamadığımı hatırlıyorum. Vücudumun bütün kontrolü bu yüzyıllar öncesinden gelen ilginç beste tarafından ele geçirilmiş, adeta robotlaştırılmıştı.
Bir sonraki kısımda Ey Hızr-ı Fütadegân (Düşkünlerin Hızırı, yardımcısı) dizesini duydum ve bütün ilham kudretim benden uzaklaştı. Sanki odadaki bütün kitaplar ortaya saçılıyor, sayfaları bir fırtınayla karışıyordu. O kadar tiz bir ses ruhumu ele geçiriyordu ki tanrısallığın ezgisini içimde hissediyordum. İçime dolan şeyler beni bir şeyler yaratmaya mecbur bırakıyordu. İsmini koyamadığım bir çeşit coşku yahut nöbet anıydı bu. Konuşamıyor, düşünemiyor yalnız aklıma gelen kelimeleri unutmamaya uğraşıyordum. Kaybolmasınlar diye içimden tekrar ediyor, bir sonrakini yakalamaya uğraşırken bir öncekini elimde tutamıyordum. Bütün bu yere devrilen kitaplar ve açılan sayfaları arasından kişi ne kadar okuyabilirse ben de bu sürreal sahne içerisinde o kadar terennümü aklımda tutabiliyordum. Ayşe çıplak ayaklarını ahşap parke üzerinde vura vura tempo tuttukça derisinin çıkarttığı garip ses içimi gıcıklıyordu. Terlemeye ve titremeye başladığımı hissettim, artık bütün ilham ve güç daha silik geliyordu. Elimle sık sık sakalıma dokunuyor, varlığımdan emin olmaya çalışıyordum. Kitaplardan kopan sayfalar pencereden dışarı çıkıyor, caddenin derinliklerinde kayboluyordu. Her kaybolan kitap ufukta yeni bir merhaleyi görünür kılıyor, bilincimde yeni bir pencerenin açılmasını sağlıyordu. Derken elini cama vurarak yeni bir sesi hayatımıza soktu. Bir gün bitkisel hayatı yaşar mıyım bilmiyorum ama neye benzediğini bildiğime eminim. Elini cama vurduğu an Gam defterinin tebabı (doktoru) yok mu diye inliyordu. İşte o an bir çeşit kırılma yaşandı, bütün canlılığı algılayışım değişti.
Artık gramofondan çıkan sesi de kavrayamıyordum. Sadece görüyor, hiçbir şeye etki edemeyeceğimi anlıyordum. Sanki hiç dünyaya gelmemişliğin rahatlığı kavradı beni, oturduğum koltuktan havaya kaldırdı ve geri yerime oturttu. Ben artık yoktum, yalnız ruhen değil fiziken de yoktum. Varoluşun verdiği bütün ıstıraplardan, sancılardan, hayatın manasızlığını belli eden manifestolardan kurtulmuştum. Artık yoktum, belki hiç olmamıştım. Hint mistisizmi, Vedalar, Buda, İncir Ağacı, Socrates, Aziz Augustinus ve daha nicesi gözümün önündelerdi. Hayır, hayır, secde etmiyorlardı, sadece varlardı ya da belki yoklardı. Zaman, mekân hatta bütün mefhumlar üzerlerine attığımız manalardan sıyrılıyor, tek başlarına arz-ı endam ediyorlardı. Reenkarnasyon, üçlü birlik, vahdet-i vücut, Platon’un mağarası işte oradaydı. Renksiz, şekilsiz ve çıplak. Bütün yakıştırmalardan uzak, sade ve güzel. Descartes’ın aradığı hakikat, basitlik, Tanrı’da bulduğu çözümler, tamamı buradaydı. Artık hiçbir yarım kalmışlık hissi yoktu, çünkü tamamlanması gereken bir şey yoktu, varlık yoktu, daha doğrusu yoklukta vardı.
Tam o an uyanmışım, yatağımın başucundaki kâğıtta şu yazıyordu:
Quid non credis? Mutato nomine, de te fabula narratur![xii]
(Neye inanmıyorsun? İsimleri değiştir, anlatılanlar senin hikâyendir!)
Açıklamalar
[i] Bazı antik binalarda bulunan üçgen veya piramidal süs ögesi.
[ii] 16-17. Yüzyılda Hayatın boşluğunu ve ölümün kesinliğini vurgulayan sanat akımı. Hollanda ve çevresinde yaygındı.
[iii] Geç Orta Çağ yıllarından ölümün evrenselliğini konu alan bir sanat akımı.
[iv] Boulanger, Gustave (1824-1888) Fransız klasik figür ressamı ve doğa bilimci.
[v] Resmi görmek için: https://en.wikipedia.org/wiki/Maison_pomp%C3%A9ienne
[vi] Roma yurttaşlığını gösteren bir kıyafet.
[vii] Clément, Félix Auguste (1826-1888) Fransız Oryantalist Ressam.
[viii] Kundera, Milan (1929-) Çek asıllı Fransız yazar.
[ix] Antik Yunanca’da bir olay için uygun zaman anlamına gelen kelime.
[x] Rimbaud, Arthur (1854-1891) Fransız Şair.
[xi] Korintliler 1:13
[xii] Horatius’un “Quid rides? Mutato nomine, de te fabula narratur! (Ne gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılanlar senin hikâyendir.)” cümlesine bir gönderme. Q. Horatii Flacci, Opera Omnia (1917). Vol. II. New York: Harvard College Library.