Çarpıcı, Gerçek, Kırılgan…
Anayurt Oteli’ni üç kelimeyle anlatmak zorunda olsam sanırım bu üçü benim tercihim olurdu. Neyse ki üç kelimeyle anlatmak zorunda değilim. Lise yıllarımdan beri duyup okumadığım birçok kitaptan biriydi Anayurt Oteli. Bir gün kitapçıda gezerken “Ya neden hiç çok meşhurları okumuyorum?” diye düşünüp bu övülen kitabı alma cesareti göstermiştim. İyi ki de göstermişim. Anayurt Oteli birazdan bahsedeceğim birçok detayın dışında da bende Türk edebiyatına ve Yusuf Atılgan’ın diline dair çok kalıcı izler bıraktı. Bu nedenle kitap hakkında detaya girmeden önce sizlerle naçizane şu tavsiyeyi paylaşmak istiyorum:
Eğer kitabı okumadıysanız mutlaka bu deneyimi edinmelisiniz. Ayrıca detayları ve kitabın çarpıcı sonuna dair birtakım noktaları öğrenmek istemezseniz de yazıyı isterseniz kitaptan sonra okumayı tercih edebilirsiniz.
Zebercet, Anayurt Oteli, ortalıkçı kadın… Kitapta isim tercihleri ilk olarak dikkat çeken unsurlardan birisi. Yazar bizlere eğer bir kavramı veya dönemi yaşatmak isterse ona dair, eğer çarpıcı bir karakter yaratmak isterse ona dair ve eğer bir karakterin ya da nesnenin işlevini anlatmak isterse de ona dair isimler seçmiş. Bu nedenle herhangi bir ögeyi okurken onunla bağdaşmak ya da onun geçişlerini takip etmek konusunda isimlendirmelerin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin Ortalıkçı kadın kitapta anlatılan birçok kadın karaktere ve döneme dair çok şey anlatırken asıl olarak Zebercet’in zihin dünyasında genel bir temsiliyete sahip. Bu yüzden onun adını hiç öğrenemiyoruz. Fakat onu hatırlamamız için bir sıfatı varken diğer birçok kadın karakter ya eş ya teyze ya besleme gibi daha genel isimlere tabi tutuluyorlar. Yeri geldiğindeyse bazen yazar o ismi seçme nedenlerini de kulağımıza fısıldamayı ihmal etmiyor tabii. Örneğin kitapta Anayurt Oteli isminin dönemsel duyarlılıklara göre konulan bir isim olmasından bahsederek aslında o dönemin Türkiye’sinde önemli olan unsurları bize detaylıca vermeye başlıyor.
Bu anlatıları yaparken yazım dilinde de yine yazarın okura çok başka bir deneyim yaşattığını düşünüyorum. Kitapta oldukça çok virgüle rastlarken nadiren noktayla karşılaştığımız bir yazım dili hâkim. Bu yazım dili bana Jose Saramago’yu hatırlatsa da aslında ondan ayrışan çok önemli bazı noktalar var. Yazar bazı kelimeleri direkt dönemsel okunuşlarıyla vererek yer yer tiyatro deneyimi yaşatırken aynı zamanda anlatımsal geçişlerinde de okurun kafasını oldukça karıştıracak bir teknik kullanıyor. Daha detaya inecek olursak jandarma yerine “candarma”, saate değil de “saata” diyerek dönemin günlük dilini romanın her noktasına taşımaya oldukça özen göstermiş. Bu detaylardaki anlatımdan bahsetmişken geçişlerden ve betimlemelerden bahsetmezsem yazara haksızlık etmiş olurum. Romanda bazen okuru çokça şaşırtacak detaylar ve betimlemeler mevcut. Örneğin bir otel havlusunun işlenme şeklinden tutun da intihar sahnesinin anlatımında kullanılan tahtanın geldiği ormana kadar detaylar özenle işlenmiş. Burada çok ilginç olan nokta ise bu detayların şaşkınlık yaratması dışında hiç de rahatsız edici olmaması. Çünkü kitabı okurken aklımızın bu detaylarda takılı kalamayacağı kadar karmaşık bir anlatım ve geçiş süreci var. Belki bu anlatım Zebercet’in zihninin bir yansıması olarak sunulmasaydı tahminimce çokça eleştiri alıp kitabın okumaya dair zorluk yarattığı bile söylenebilirdi. Fakat arada verilen küçük ip uçlarıyla bunların Zebercet’in düşünme normali olduğunu hatta yeri geldiğinde bizim dahi dalıp gittiğimiz düşünceler seline benzediğini fark etmemizle bu anlatımı içselleştirmekte hiç de zorluk çekmiyoruz.
Kitabın genel bakışının ardından biraz daha derine ve hikayesine bakacak olursak kitabı bu kadar özel yapan noktaları görebiliriz. Kitap her ne kadar bir olay kurgusu etrafında dönüyor gibi görünse de aslında bütün anlatı Zebercet karakteri ve onun zihin dünyasında geçiyor. Bu ayırda varmak okurken uzun zaman alan bir süreç oluyor. Çünkü romanda sürekli olarak Zebercet’in yaşadıklarından ayrılıp düşüncelerine ve oradan da bir anda gelen günlük hayatın gerçeklerine dönüşler yaşıyoruz. Zebercet karakteri sanrıları ve varsanıları olan, muhtemelen depresyon ve şizofreni aralığında bir yerlerde git gel yaşayan bir karakter. Bu şekilde bahsedince çok daha yalın geliyor fakat yazar bu noktayı o kadar gizleyerek ve günlük yaşama yedirerek aktarmış ki bunu sanki dedelerimizin eski hikayelerini dinlercesine normalize edebilmemizi sağlamış. Bu nedenle her ne kadar kitabın sonunda Zebercet’in intiharına tanıklık ettiğimiz sahnesi çarpıcı olsa da çok da şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü bütün süreç boyunca onun bunalımlarına, kayboluşlarına, günahlarına ve yargılanışlarına tanık olup bu sürecin gelişini seziyoruz. Zebercet teknik anlamda bir katil, bir sapık, bir hasta ama anlamsal ve anlatımsal dünyada yazar, Zebercet’in ne olduğunu değil nasıl olduğunu, ne olacağını ya da nelerden biri olduğunu göstermiş bize. Her ne kadar anlatılan Zebercet gibi görünse de dönemin Türkiye’sinde bir erkek olmayı, bir çocuk olmayı, bir kadın olmayı ve hatta bir insan olmayı anlatıyor Yusuf Atılgan. Acının, aşkın, nefretin, yoksulluğun kümülatif birleşiminin toplumdaki aynası oluyor belki de. Bastırılan duyguların, yok sayılan anıların ve birey olmaya dair bütün algıların ezilmişliğini önümüze seriyor. Bunun bir karakter değil de toplumsal bir anlatı olmasını sağlamasının temeli de buradan geliyor. Zebercet’i anlatırken kurduğu şu cümle bize bunu çok net gösteriyor:
“Yeryüzünde canlı kalmanın birbakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.”
Bu geniş perspektifi sadece Zebercet’in yaşamında görmüyoruz. Yazar kitabın birçok yerinde içinde bulunduğumuz dönemde haykırılmaya çalışılan o dönemin yasaklı konularını da işlemeyi unutmamış. Anayurt Oteli sanki bir günah çıkarma odası gibi konuşamadığımız, dur diyemediğimiz ve hatta söz edilince kalbimizin parçalarını bulamayacağımız birçok konuyu baharda güneşe serilen yorganlar gibi herkesin gözlerinin önüne serilen bir mekân olarak tasarlanmış. Yeri geldiğinde bir sevişmeye, yeri geldiğinde bir cinayete ve yeri geldiğinde bir enseste maruz kalan odalarıyla dışarıda önünde akıp giden bir hayata karşı pandoranın kutusunu resmediyor bizlere. Kitapta pedofili, tecavüz, kadın cinayetleri ve belki bugün Twitter’da her gördüğümüzde yüreğimizi burkan, o dönem Türkiye’sinin aile içi normali ama toplum sırrı olan birçok konusunu bu kadar açık seçik okumak yeri geldiğinde okuru duygusal anlamda zorlayabilecek kadar sıklıkla işlenmiş. Birçok örnek bu yazıda anlatılabilir belki fakat yazar bunu o kadar gerçek bir yerden vermiş ki okumadan sanırım neye işaret ettiğini göstermeye çalışmak şu an benim çok da kalemim olamayacak. Fakat yine de şunu eklemek isterim: Kitapta cinselliğe dair bakışın, bastırılmışlığın ve davranışların çok ince nüanslarını görebilmekteyiz. Bir kadının bir cinsellik nesnesi oluşuna, rızanın sorgulanmayışına ve fantezilerin günlük hayatın kaçınılmaz bir rahatlama noktası hâline geldiğine her karakterde ve her olayda tekrar tekrar rastlıyoruz. Bu noktada Zebercet’in sağlıksız zihnini öne sürecek olsak bile, bu zihnin mimarına bakmadan edemeyeceğimizi de dipnot olarak düşmek isterim. Zebercet hastalıklı ve yorgun bir toplumun ışık arayan ya da aramaktan vazgeçen yaşlı çocuğu bizim için.
Bütün bu süreç boyunca kitapta tarih ve saat akışları ne çok disiplinli ne de hiç yokmuş gibi verilmiş. Yazar zamanın akışını birçok anlatıyı harmanladığı gibi yine Zebercet’in algıları üzerinden bizlere yansıtmayı tercih etmiş. Bazen yeri geldiğinde onun, dakikaları farklı olan saatlere takıntısını, bazen günleri saymayı bırakışını ya da karıştırışını görüyoruz. Aslında bu nokta yazarın yarattığı karakteri tam da temsil eden bir noktadan geliyor yine. Zebercet belki de çizilen birçok yanıyla toplumun içinden biriyken biraz onu dinlemeye ve zihninin akışlarında gezinmeye başladığımızda toplumdan nasıl da kopuk olduğunu, topluma yabancılaşmalarını, aidiyetinin bir köşede hiç giyilmeyen ama atılamayan kıyafetler gibi bekleyip durduğunu görebiliyoruz. Bu nedenle zaman bazen dış sesin tanımıyla günler sayıp takvim yapraklarını düzenlice koparırken Zebercet o saate bakmaya ve düşünmeye başladığında zamanı takip etmeyi bırakıyor ve onun düzenine ayak uydurmaya başlıyoruz. Zaman kavramının böyle verilmesi, ince işlenen detaylar, zorlayıcı geçişler ve muhteşem betimlemelerle kitap, onu okurken sanki bir belgesel izlercesine hayal dünyamızda canlanmaya başlıyor.
Bütün bu izlenimlerle bir okur, bir yazar, bir kadın olarak kitabı oldukça sevdiğimi not düşmek istiyorum. Bazen hayatın akıp giden sularında günümüzün bize getirdiği kolaylıklar, zorluklar, telaşeler içerisinde kaybolup gidiyoruz. Yeni birçok şey öğrenip çoğunlukla ufka bakmayı ihmal etmiyoruz. Bu elbette bizi şu anki biz yapan şeylerden biri fakat bazen dönüp bir arkamıza bakmak, biraz nefes almak, bambaşka bir dünyanın var olduğunu hatırlamak; bugünü daha anlamlı kılan şeylerden birisi. Öğretmenlik yaptığım bir dönemde öğrencilerime kitaplardan bahsederken “Belki şu an zaman yolculuğu yapabilecek teknolojiye sahip değiliz ya da insan henüz akıl okuyamıyor. Fakat günün birinde bir zaman diliminde birileri bir şeyler hayal edip yazmış ve birileri de bunu saklamışsa; bugün onu okumak, dinlemek bir açıdan zaman yolculuğu bir açıdan da akıl okumaktır. Kitaplar hayallerimizi, acılarımızı, sevinçlerimizi ve çoğunlukla da fikirlerimizi birbirimize aktarabildiğimiz köprülerdir.” derdim. Bu kitabı okurken tam olarak hissettiğim de buydu. Bugün öfkelendiğim bir düşünceye, özlediğim bir semte, sevdiğim bir kutlamaya dair ne varsa bana hatırlatan bir yandan da günümüzde önemsediğimiz küreselleşmeye nazaran kenar köşede kalmış odaklı bakışları bana sunan, eski Türkiye neydi, nasıldı, neler vardıyı aktaran gizli bir zaman makinesi oldu benim için. Bu güzel anlatı için Yusuf Atılgan’ı bir kere daha anıyor ve bizlere bıraktıkları için ona teşekkür ediyorum. Son olarak ise siz sevgili okurlara hem benim kalemime değer verip okuduğunuz için hem de bir kitabı okumakla kalmayıp onu anlamaya çalıştığınız için minnettar olduğumu belirtmek istiyorum. Dünya sizlerle çok daha güzel bir yer.
Kaynakça
Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli (2020). İstanbul: Can Yayınları.