Visal: Sevgiliye kavuşmak, yeniden bir arada olmak, hasret gidermek.
~
Bir zamanlar kokusundan hikâyeler dinlediğim bir adam vardı. Mutluyken yeşil, heyecanlanınca toprak, üzgünken kırık beyaz, kızgınken turuncu, keyiflenince mor, gelecekteyken de mavi kokarmış. Ama Vav’a hep gri olmuş, uzakta olunca da öyle kokuyormuş zaten. Ben de öğrenmek zorunda kaldım. Öyle bir gri ki elini içine sokmaya çalışsan yok olan, rengine bile dokunamadığın bir gri. Vaveyla o griyi anlatmaya çalışırken onu ilk kez dinlediğim zamanı hatırlıyorum. Telefondan ses kayıt uygulamasını açıp ters bir şekilde masaya koymuştum. “Dökül.” Kafasındakilerden buz kesmişti yüzü, gözleri, elleri masayı kavramış hâlde. Çizgileri staccato. Vaveyla korkuyordu. Atmosfer omuzlarına ağır geliyor gibi masaya eğilmiş, hafif hafif sallanıyordu. Onu ilk defa böyle görüyordum. Her zaman biraz kızgın, biraz heyecanlı, biraz alaylı hâli ve ortaya çıkmaya hazır gamzeleri yok olmuştu. “Visal, çok tuhaf. Anlamıyorum, nasıl renk kokar biri? Nasıl hem bu kadar damağımda nasıl hem bu kadar başka bir dünyadan olur? Sanki elimi uzatsam içinden geçecek gibiydim o öğleden sonra, o kahverengi kafede oturduğumuzda. 1 Temmuz. Gözlüğünü çıkarıp masaya koyduğunu hatırlıyorum. Sanki ona dair ulaşabileceğim yegâne şey o gözlüktü. Sonra konuştu, konuştu, konuştu. ‘Ben buradayım ama bana alışma.’ diyerek sözünü bitirdi. Bense konuşmaya başlamadan önce yutkunduğumu hatırlıyorum.” Sonra boşluğa dalıp gitmişti. “Alışmazsın ki sen, her şey gibi herkes de geçici, bunu hep konuşuyorsun.” demiştim ben de. Bunun üzerine bana daha da korkarak baktığını hatırlıyorum. “Visal, ben… neden diye düşünmekle geçiriyorum geceleri, olup bitenleri. Hatayı nerede yaptım bilmiyorum, sadece elimden bir şey gelmiyor. Bu konuda kendime hâkim olamıyorum. Onu düşünürken hayata kızamıyorum. ‘Geçmişteki tüm alışkanlıklarım ona alışmamı önleyemez artık.’ Her şey ona dönüşüyor ve ben bunu durduramıyorum. Ve daha da kötüsü, derinlerde bir yerde durdurmak da istemiyorum. Bu benim yıkımımsa bile ondan olsun istiyorum.” demişti. O zaman eylüldü. Burada kaydı durdurmuşum.
Bu konuşmanın üzerinden aylar, kırılan kalpler, devrilen hayaller, büyük beden beklentiler ve bir ton kadar gözyaşı ile sayılabilir sonsuzlukta uykusuz geceler geçti. Her seferinde, her gece elinde pijama çantasıyla evimin kapısında oluyordu. Odamdaki koltuğa kurduğumuz yatağını sabah ben uyanmadan toplayıp giden, ama gecenin bir yarısı yine kıpkırmızı gözlerle kapımda biten bir kız çocuğu gibiydi. Başlarda uyurken konuşuyordu. 1 aydan sonra ona evin anahtarını verdim. Vaveyla her geçen gün biraz daha eriyordu, gözümüzün önünde. Biliyordum ki Efgan’a, Hercai veya Süveyda’ya bir şey diyemezdi. Hayatındaki diğerleri de zaten malum. Ne zaman toplansak şen şakrak hâli geri geliyor ve bir kelebeğe dönüşüyordu. O yüksek sesle yürüyen merdivene nasıl tersten binerek koştuğunu anlatıp gülüyor, bense o sahte eğlenceye katılmadan dik dik ona bakıyordum. Bir süre sonra bizim için anlatıp durduğu hikâyelerini anlatırken beni es geçmeye başladı, diğerlerine bakarak anlatıyordu. Yalandan ne kadar nefret ettiğimi söylemiştim önceki gece ona, “Ben de sana söylemem bundan sonra.” demişti. Kozasında her şeyin çürümeye başladığını benden saklayamadığını biliyor ama yine de bilişimi görmezden geliyordu. Aylar geçtikçe uyukladığı için otobüste ayakta duramayışları, ellerini yaktığı veya kestiği yemekler, banyoya girince saçlarını yıkamayı unutuşları, insanların yanında dışından kendi kendine konuşmaları, bacaklarında nereye vurduğunu bilmediği morluklar gibi detaylar hayat rutini hâline geldi. 1 yıldan biraz fazla bir süre bu şekilde geçti gitti. Artık uyurken konuşmuyor, sadece inleme gibi bir ses çıkarıyordu. Sesi bir ağlama ve hıçkırıklar izliyor, onu uyandırana kadar da devam ediyordu. En üzücü olan ise, artık kokuları duyamıyordu. Değişim dışarı o kadar yavaş yansıyordu ki insanlar görmüyordu. Bense fırtına öncesi sessizliği duyuyordum.
Ben insanlarla konuşmayı pek sevmem, düşüncelerimi de pek söylemem. Çünkü neden söyleyeyim? Kime ne, ne kadar söylenebilir? Buna seçici mutizm diyorlarmış. Kenarda oturup sohbete dalmadan dinlemek ve elimdeki eskizlerle uğraşmak, işte o benim. İnsanlara kavuşma şeklim biraz farklı, ben genel olarak çizerek onlarla konuşuyorum. Bu yüzden de en sevdiklerimi en çok çiziyorum. Ama öyle bir zaman geldi ki benim çizimlerim bile yetmedi. Artık gerçekten konuşmamın gerektiğini hissediyordum. Vaveyla’nın eskizlerindeki çizgileri bir gün çizemediğimi fark etmemle onu karşıma oturttum. Telefonu açtım, kaydı başlattım. “Vaveyla siliniyorsun.” dedim. İlk başta anlamadı. “Vaveyla, artık çizgilerini çizemiyorum, sınırların havaya karışıyor, yok oluyorsun. Transparana dönüyorsun. Elimi uzatsam içinden geçer, parçaların elimde kalıyor.” dedim. Bir süre masaya görmeksizin baktı.
Sordum, “Ne oldu?”
Cevapladı, “Bıraktım.”
Sordum, “Neden? Savaşmadın mı?”
Cevapladı, “Aramızda ‘his edecek’ bir şey kalmadı Visal. Şimdi susmak zamanı.”
Bu cümleden sonra hiçbir şey söylemeden bana baktığını, sonra da çok uzun bir süre önündeki suya bakıp hafifçe gülümsediğini hatırlıyorum. Dakikalar sonra da kalkıp yanıma gelip kabarık saçlarımdan öpüp gittiğini. O gittikten sonra ses kaydını durdurmayı unutmuşum bir süre daha. Bu konuşmadan 1 hafta kadar sonra kapıma iliştirilmiş bir not buldum: “Her yeni cümle aslında geçmişten alıntıysa hiç konuşmamak daha erdemli olur. Hiç konuşmamak tek bir şey daha söyleyebilmek olur demiş yazar. Bazen susmaya değer birini bulursun Visal, o sessizliğini duymasa da olur. Konuşarak kavuşulmaz bazen, sadece susarak yakında olabiliyorsan kelimeleri kendinden silkelersin. Bu kurtulma esnasında kendini de silkmen gerekse de.” Kartın arkasına da not düşmüş: “Rengine renk karışmış. Kokusuna koku. Onun ‘başka’sı, ‘başka’ları varmış Visal. Ne yazık. Herkese yeri varmış, bir beni içine alamadı.” Notun arkasına 14 Ağustos diye ben de not düşmüşüm.
Sonra Vaveyla gitti. Gittiğini kimseler duymadı. Bu yüzden onu, o uzaklaşırken elinde ayakkabılarıyla çizdiğimi hatırlıyorum o zamanlardaki en son karalamasında, dağınık topuzu ve büyük beden beyaz tişörtü ile. Önce dışarı çıkma davetlerini reddetmeye başladı, mazereti yoktu ve sadece hayır diyordu. Sonra biz ona ulaşamamaya başladık, telefonu sürekli çalıyor ama asla düşmüyordu. Çat kapı ziyaretlerimizde kapıya çıkmıyordu. Bazen yolda denk geliyorduk ve sadece başıyla selam verip gülümseyip ilerliyordu. İnsanlar konuşuyordu, konuşuyordu ve konuşuyordu. Ama o kelimeler hiçbir yere varamadan havalanıp yerlere düşüyordu. Sonbahardaki yapraklar gibi çürüyordu. 2 mevsim güz geçmiş gibiydi. Ben ise onu özlüyordum.
Neden sonra bir gece kapım çaldı. Aylar sonra Vaveyla geldi diye koşarak kapıya fırladım. Efgan’dı. Delirmiş gibiydi, “Vaveyla.. yok. Git..miş.. Paltos..u.. Kıyıda.. Visal ben.. Ben bilm..iyor..dum.. Yok.. Yo..k” diye diye hıçkırıyordu. Devamındaki her şey ise çok karışıktı; çok insan, çok ses, çok hareket. Ama Vaveyla yoktu. Herkes bir tarafa savruldu. Bu hikâyenin devamı ne yazık ki hiç keyifli değil. Hercai ortadan yok oldu, arabasıyla yollara düştü. Sadece telefon çeken yerlerden endişelenmememiz için konum bilgilerini ve “Hayattayım.” mesajını bize iletiyordu. Ataklarını hafifletmesi için ilaçlarını gidip almak dışında insanlarla görüşmediğini zannediyorum. Neden sonra öğrendim ki Dilhun diye biri de her hafta cumartesi günü Vaveyla’nın kafesinin önünden geçip bir manolya saksısı bırakıyormuş kafenin önüne. Kafenin sahibi, her seferinde üstünde “Gökyüzünden Vaveyla’ya kadar” yazan bir notla bu saksıyı beğenirse içeri alıyor, beğenmezse sokaktan geçen birine hediye ediyormuş. Kâğıdın içinde ise sadece sayılar varmış, Dilhun her kim ise bir şey için geri sayıyormuş. Süveyda’ya gelecek olursak o hiç olmadığı kadar çok insanı doldurdu çevresine. Onu görmek mümkün değildi artık, her akşam farklı biriyle ve farklı bir yerdeydi. Sanırım o da kendisini görmeye katlanamıyordu. Sadece haftada bir bana geliyor ve konuşmadan birlikte elma çayı içiyorduk. O susuyor ve Vav’a dair çizimlerimi göstermemi istiyordu. İçlerinden birini seçip arka odaya gidiyor ve hıçkırıklarını duyurmamak için kafasını yastıklara gömüyordu. Her seferinde kılıfları değiştirmek zorunda kalıyordum, rimel lekeleri çok inatçı olabiliyormuş. Efgan ise… Hiçbir şeyden haberi olmayan Efgan ise önce ruhen felç oldu, bir süre kendi kendine kalakaldı. Ve birkaç ay sonra ortaya çıkıp bu olanlardan sorumlu olmadığını, seçimlerinden kendi sorumlu olduğunu ama başkalarının tercihlerini taşımak zorunda olmadığını söyledi. Olanlardan hiçbirini o yapmamıştı, kötü olan o değildi. Bilemezdi, bilse bile buradaki suçlu o değildi. O sadece kendi kendineydi, daha fazlası değil. Süveyda bu cümleleri kabul edemedi ve Efgan’a bir tokat patlattı, sinir krizine girmeden hemen önce onu Efgan’ın üstünden alabildik. O günün son görüşmeleri olduğunu düşünüyorum. Efgan daha sonra Vaveyla’ya ait her şeyi bana bıraktı (şapkasını, fotoğraflarını, kitaplarını…) ve ertesi hafta kendine bir hayat kurmak üzere yurt dışına gitti. Haberlerini aldığımıza göre, kurmuş da. Hayatına aldıklarıyla, alabildikleriyle mutluymuş.
İlginçtir, tüm bu kaos sonrasında ilk defa ben de kendimi daha az yalnız hissettim. Sanırım Vav susarak gittiğinde herkesin kelimelerini de götürmüş oldu. Herkes bir şekilde de olsa susmuştu, kelimelerimiz yetmiyordu. Sonra üzerinden günler ve uzun geceler geçti. Yıldızlar kaydı, bendeki insanlar yitti. Geçen onca zamandan sonra düşünüyorum da keşke Vaveyla’nın sadece o gözlerinde deniz kabukları olan hâlini bilseydim. Ona bakınca denizi duyardı insan. Foşurdayan bir kahkahası vardı. Gamzelerine sular dolardı. Derin bir kadındı ve hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde yine kendinde boğuldu. Vaveyla Gri’nin renklerine karıştı, o koktu ve o denizde “seve seve” kendini boğdu. Kendi için hayal ettiği dünyada, onu birlikte inşa etmeye çalıştığı insanlarla boy veremedi. Oysa ne de “çok”tu, ne çok Vaveyla bulaşırdı elinize onunla geçen tek bir günde bile. Ne yazık ki kavuşamayacağı bir hikâyeyi yazdı, oynadı ve gitti. Ne “yeniden”lere ne de kavuşmalara inanırdı zaten. İnsanlara da inanmazdı, özellikle verdikleri sözlere. Güler dalga geçerdi. Hikâyenin başında en çok da kendi tragedyasına güldü ve o tarafından katledildi. Tam da ona yakışan bir klasik.
Bugün aradan 9 yıl geçmiş. 9 yıl ya da tam olarak 111 hafta. Biliyorum ki onun olduğu ve olmadığı dünya Merkür’den ya da Mars’tan ya da daha yakın olan Venüs’ten hiçbir şekilde farklı görünmedi. İktidarlar ve sosyal krizler değişse de hep süregeldi ve süregelmeye de devam edecek. Ben de her gün uyumaya, çizmeye ve yaşamaya devam etmeye çalışacağım. Çok sevdiğim bir deyişi vardı: “Yaşamakla hasret gider Visal, onu çok az görüyoruz.” derdi çok keyiflendiğimiz zamanlar hafifçe gülerek. Ben o gittiğinden beri yaşamakla hasret gidermeye çalışıyorum, ama bazı günler özellikle de onu hatırladığım zamanlar elimin altında onun tasviri beliriyor. Bir fişin arkasında ya da bir peçetenin üstünde. Çizgileri ellerimi kesiyor ama akan kanım olmuyor. Bugün de o günlerden biri oldu sadece.
Hayatıma giren ve çıkan onca insandan sonra bile hâlâ en keskin çizgiler senin Vaveyla. Sayende turuncu bile güzel, senden sonra. Keskinliğine, yıllar geçse de benim de kesilebileceğimi bana hâlâ hatırlatan arsızlığına teşekkürler. Dediğimiz gibi edilen cüretler vardır ama emin ol dünya sensiz daha az cesur bir yer Vav. Gökyüzümüze bir çizik attın, arkandan yıldızları görüyorum. Bana el salla.
Duymak Lazım