(Bu hikâye bütün Müzeyyenlere adanmıştır.)
Bugün hava durgun, insana elle tutulabilirmiş hissi verecek kadar yoğun ve sıcak. Gizli ölümün kokusunun muhitime sindiğini anlamak için keşiş veya şaman olmaya gerek yok. Ben de pencereye oturdum ve bir tabutun geçmesini beklemeye koyuldum. Yarım saat kadar sonra genç bir kadın cesedinin omuzlarda taşındığını gördüm. Ölülerin asık suratlı olduğunu sanırdım hep, oysa yaşadığı hayattan tatmin olanlara özgü bir gülümseme okunuyordu gözlerinden. Bu gülümsemeyi oluşturması için bitmek bilmez bir hayat kavgasının yara izlerinin kadına sunduğu katkı da sır değil elbette. Bütün bunlara rağmen kapalı bir kutunun içinde yılanlara terk edileceği gerçeği de çıkmıyordu aklımdan. Yaşadığım his bir korku değil, bu kadın da gördüğüm ilk ölü değil. Ölen her dostumu anmak için diktiğim leylak ağaçlarıyla dolu bahçem. Ama bu ölü beni kendi hikâyemi anlatmaya itti.
Adım Müzeyyen. Bilmem kaç kuşak önceki büyükannemden tevarüs eden bu isimle hayatım boyunca kavga ettim. Bir odaya girdiğinizde gözünüze çarpan, bütün mobilyalardan ayrıksı duran absürt bir eşya olur ya, ismimin de benliğimde o şekilde absürt durduğuna iman ettim hep.
Hoş, sadece adım değil, bütün bir benliğim üzerimde absürt durdu ömrüm boyunca. Başka insanların iştiyakları peşinde koştum. Başkalarının şarkılarını terennüm ederek bu yaşa geldim. Her ne kadar başkalarını suçlamam kolay olsa da uyarılmadım diyemem.
Eskiden, damarlarımda hâlâ kanın aktığını hissettiğim zamanlarda görüştüğüm bir çocuk vardı. Buluşmalarımızdan birinde elinde bir dal parçasıyla toprağa manasız bulduğum şekiller çiziyordu. Gözlerinin içine baktığımda, ki biz seslenmek yerine böyle haberleşmeyi tercih ederdik, Dünya’daki insanlar iki kere ikiye ayrılır, hayattan aldığın hazzı da bu spektrumda nereye düştüğün belirler demişti. Hiçbir şey anlamadığımı belli eden bakışlarla bakınca da kahkahayı koyuvermişti. Sonra bir şeyler anlatmaktan duyduğu hazzı yüzüne yerleştire yerleştire beni yanına çağırdı ve anlatmaya koyuldu:
Şu soldaki kargacık burgacık iki şekil bir kuş ve ağaç. Seni temin ederim bütün bu çizim beceriksizliğimin arkasında Tanrı’nın bizi birbirimizi tamamlayalım diye yaratmış olması yatıyor, dedi ve dil çıkardı. Evet Platon, dedi gülümseyerek, sonra nefes alıp ciddileşti.
İlk olarak insanları ağaç ve kuş olarak tasnif etmeliyiz. Ağaçlar toprak tarafından kendilerine sunulan besinleri yine doğa tarafından kendilerine verilen materyallerle işleyerek heybetli görünüşe sahip olan kimselerdir. Bu heybetli görünüşe sahip olmak için başka topraklardan, başka iklimlerden bilgi edinme imkânlarını feda ederler. Aslında kendilerine sorsanız bu durumdan asla şikâyetçi olmazlar. Evrenselliğin tuzlu kokusu ciğerini yakmamış olanlar onun heveskârı olabilirler mi hiç? Kuşlar ağaçlara göre küçük cüsselidirler, çoğu zaman açlığın ıstırabını gönüllerinin en içinde hissederler ama bunun karşılığında aynı sene içinde hem kiraz hem papaya ile beslenme imkânını elde ederler. Farklı iklimlerin, farklı coğrafyaların özelliklerini yaşamakla kalmazlar, oradan arkadaşlar da edinirler. Gerçi meyvelerini çaldıkları ağaçlar onları yurtsuz olarak niteler ama bu yüzden gamlandıklarını hiç zannetmem.
İşte insanlar da ağaçların ve kuşların karşılık geldiği şekilde yerel ya da evrensel olarak ayrılabilir. Yerel insanlar kendi yankı odalarından başka pek bir şeye maruz kalmasalar da oldukça heybetli görünürler. En sevdikleri şey ise başkalarının fısıltılarıyla işlenmiş gergefleri yek diğerine sergilemektir. Sorgulanmamış doğrulara olan imanın gücüyle çok az şey yarışabilir bu hayatta. Diğer yandan kuş olanlar hiçbir kültüre ya da insan grubuna bağlı değillerdir. Ancak, üstlerine bulaşmış birçok kültüre ait toz rahatlıkla fark edilebilir. Bazı yeni katılımcıları, depresyon anlarında itiyadî bir rücu ile bir kültüre bağlanma arzusu gütseler de çoğunlukla evrenselliğin melankolik rüzgarıyla oynayan saçlarıyla övünmeye koyulurlar. En büyük dezavantajları hipermetrop olmalarıdır diyebilirim. Kapı komşularını tanımazlar da Grönland çiftçilerinin ıstıraplarıyla hemhâl olurlar. Yaşadığımız bunca ıstırabın yegâne çözümünün kendileri gibi yaşamak olduğunu düşünen bu minik kuşlar Grönland çiftçisine de Adana çiftçisine de yalnız soğuktan korunarak iyi ürün alabileceklerini salık verirler. İki…
— Benimle konuşurken neden bu kadar süslü kelimeler kullanıyorsun? Burası ne bir sempozyum ne de münazara salonu. İnsan en sevdiğiyle konuşurken fikirlerinin üzerine kat kat örtü örter mi, diyerek böldüm cümlelerini yüz hatlarında bir sinir emaresi görmek isteyerek. Ama o daha çok muzipti. Abartılı bir gülümsemeyle bana bakarak:
— Bu toprağın çileği olduğun o kadar belli ki, dedi ve ekledi: Kibarlık ya da özen kendimize ve sevdiklerimize olan saygımızdan ileri geldiği zaman kıymetlidir bana kalırsa. Hiç tanımadığım insanlara gösterdiğim özen en sevdiğim insana gösterdiğim özenden neden daha fazla olsun? Sevgi gösterme yolları içinde en önemliler içine koyarım karşımdaki insanla konuşurken ona gösterdiğim özeni. Seni seviyorum çok kolay söylenir de çok zor gösterilir. Şimdi hem daha fazla dağılmayalım ki sözlerimi bitirebileyim hem de üşütüp hasta olmadan içeri girebilelim.
Başlamasına fırsat vermeden “Seni seviyorum!” dedim. Bu sefer de onu şaşırtmak istemiştim ama aldığım tek tepki sağ gözünü kırpması oldu.
— Evet, ne diyordum, insanlar iki kere ikiye ayrılırlar. Kuşlardan ve ağaçlardan bahsettik, şimdi sırada ikinci tasnif olan ırmak olmak ve dağ olmak var. Dağlar bu hikâyenin yerleşik muktedirleridir. Kocaman cüsselerinin yanı sıra şu dünyada üzerine güneşin doğduğu her şeyden uzun ömürlüdürler muhtemelen. Ama kudret alanları kendi kapsadıkları alan kadardır. Eteklerine kurulmuş şehir veya dağcılar onlara ne gösterirse onu izlemek zorundadırlar. Ömürleri uzundur, heybetlidir olmasına ama ne yapıcı ne yıkıcıdırlar. Bu eylemsizliğe bahane olarak kaderi gösterirler. Bu insanlara göre hepimizin yüzlerce yıl öncesinde yazılmış kaderi, layenkati işleyen bir saat misali hükmünü icra eder ve bize seçim şansı bırakmaz.
İşte ırmaklar tam bu noktada ayrılırlar dağlardan. Irmakların bir depremle yatakları değişebilir, yok olabilirler. İnsanların üzerlerine inşa ettikleri herhangi bir baraja tahammül etmek zorundadırlar. Ancak hikâye burada bitmez, bir ırmak ne istiyorsa onu yaşar, özgürdür bir bakıma. İstemediği dağı aşındırıp vadi yapar, denizi doldurup ova yapar, yani isterse yapıcı isterse yıkıcıdır. Diğer tasnif insanın beslendiği çevre ve materyallerle ilişki içerisindeyken bu bizzat insanın kendi karakteriyle ilgilidir.
Bana kalırsa zaman mefhumu ancak ırmaklar için vardır. Dağların ne yemekleri yanar ne de işe geç kalırlar. İnsan hareket ettikçe, değişmek için çabaladıkça akar zaman; konfor alanında kaldıkça değil.
— Bir grid sistemi öneriyorsun yani, diye araya girdim. Onu anladığımı göstermek istercesine ekledim: Eğer hislerim beni yanıltmıyorsa bu sistemin yaratıcısı olarak bir taraf tutuyorsun. Kuş ağaç dikotomisi yalnızca beğenmediğin başka insanları niteliyor, ikisinin de üstünde olmayı savunuyorsun ama ırmak dağ ikileşiminde açıkça ırmakların yanındasın.
Yakalanmış bir çocuk gibi kızardı önce, sonra hoşlanmayacağımı bildiği sözler söylediği zamanlara özgü şekilde elimi tuttu ve dedi ki:
— Her insanın içinde bulunduğu bağlama göre doğruları değişir. Ancak sen ırmak olamazsan insanlar senin dağına benim manzaramı izlettirmeyecekler.
Bu cümlenin üzerine uzunca bir süre sustuk. Ne soğuğu ne de geçen zamanı önemsemeden kafamızın içindeki düşüncelerde kaybolduk. Sessizliği çakmağının taşı bozdu. İlk sigaramı ayın 11’inde orada içtim, ayrıldıktan sonra da şimdiye kadar her ayın 11’inde bir onun bir de kendim için iki sigara içtim.
Sonra ne mi oldu? Tam da dediği gibi ailem onu istemedi. Ben de karşı çıkmak yerine anlaşılmayı beklediğimden ırmak olamadım. Süreç boyunca ailem bana bir insan değil de bir ev duvarına çizilmiş bir kukla kadar önem verdiler. Sonuç olarak da ailemin dediği oldu ve ayrıldık. O günden sonra duygularımı görünmez kurtların önüne attım, parçalasınlar da bana bir şey bırakmasınlar diye. Bu duygusuz kukla yine tam dediği gibi şehirdeki insanlar yani ailesi ne uygun gördülerse o şekilde yaşadı. Onların istediği gibi giyindi, onların istediği mesleği midesi bulanarak yaptı. Onların istediği bir adamla evlendi ve şu an burada. Ağzından çıkan tek cümle ise şu: “Bu hayatı böyle yaşamamalıydım.”