Konuk Yazar: İsa Alperen Oğuz
Her şeyin sonu ve başlangıcı, yap ya da öl
Rahim elinde bir parşömen parçasıyla koşuyordu. Hindistan’ın sokakları iç içe geçmiş karınca yuvaları gibiydi. Evler, dükkânlar büyük bir dağınıklık içinde taşıyor, insanlar birbiriyle ilgisiz de olsa bin parçalık bir yapbozun içinde gibi gözüküyordu. Rahim on gündür yoldaydı ve İngiltere’deki hayatından alıştığı vücut kokusu, çocukluğundaki çürümüş sarımsağı andıran bir kokuyla değişmişti. Rahim ne zaman sarımsak kokusu alsa çocukluğu aklına gelir ve yoksulluğun en yoğun geçtiği o günler aklında canlanırdı. Gazeteciliğin o günlerdeki anlamı, haberi kulaktan kulağa bulup koştura koştura daktilo altına kaydetmek olduğundan koşmak onun için bir sorun değildi. Daracık sokaklarda insanlara çarpa çarpa avukatın evini bulmaya çalışıyordu. İç cebinde inandığı her şeyin değişmesine sebep olan parşömen, ulusal avukata ulaştırılmalıydı. O an için Rahim’in varlığından ve onun gözünde pek çok varlıktan daha değerliydi bu kâğıt parçası. Örtü ile kapatılan eve girerken nefes almayı bir süredir pek önemsemediğini fark etti. Neredeyse kusacak gibi oldu. Ama derin bir nefes alıp toparlanmayı başardı. Belki on saattir olanca hızıyla yaşam amacı olarak bildiği şey için koşuyordu. Burma’dan gelirken atı Delhi’ye yürüyüşle iki günlük mesafe kala yorgunluktan can vermişti. Ama çok sevdiği atı için ne yas tutacak bir vakti vardı ne de bu asil ruhun yanından ayrılışı o anda bütün bir Hindistan’ın kaderine haiz olan zamandan daha önemli gözükmüştü ona. Avukat onu görünce heyecanla ayağa kalktı. İçinde olan sıkıntı yüzüne vurmuştu. Rahim’i görünce ifadesi, dostu görmenin verdiği heyecan ve onun yorgunluktan neredeyse boğulacak gibi olduğunu görmesi ile telaşa bıraktı yerini. Avukat Rahim’i süzdü. Yüzünde olanca ciddilik ve kızgınlık vardı. Öyle ki bu adamı en beter günlerde dahi bu kadar sinirli görmemişti. Rahim sonunda konuşabildi: “Efendim dedi, elime bir harita geçti. O gün bugündür ne uyku uyudum ne düşünebildim üstüne. Siz daha iyi anlarsınız. Elindeki parşömeni ulusal avukata uzattı. Daha diyecek bir şeyim var mı bilmem ama harita yerli yanlısı bir İngiliz subayı tarafından verildi bana. Kendisi meslekten istifa etti. Daha fazla bu kraliyet kan hükmünün Burma’daki hırsızlığına ve zulmüne el olmayacağını söyledi. Kendisi bir İngiliz ama ona kendim kadar güvenirim.” Rahim’in son söylediği, casusluğun cirit attığı Hindistan bağımsızlık hareketinde çok duyulan bir söz değildi. Avukat durumu anladı, Rahim’e döndü. “Sen dinlen, dedi, ben sana bir sorum olursa gelirim yanına.” Rahim yorgunluktan ayakta duramıyordu. Denileni hemen yaptı ve en yakın şilteye uzandı, aralıksız altı saat uyudu. Sonra ne olduysa başının içinde bir bomba patlamış gibi, ölümden dirilir gibi ansızın doğruldu ve karşısında dehşetle kaplanan yüze baktı. Boğuk ve kırgın bir ses ona çok keskin bir şekilde sordu: “Buna emin misin? Rahim, bu, her şeyin sonu ve her şeyin kana bulanması demek.” Rahim derin bir nefes aldı. Sadece kafasını belli belirsiz bir evet eşliğinde salladı. Ve ekledi: “Bu haritayı bana veren kişi Oswald Mosley tarafından savaş sonrası için çizildiğini söyledi haritanın. Söylenene göre Almanya da haberdarmış.” Ulusal avukat, “Tamam dedi, yorma kendini daha fazla.” Duvardaki savaş haritasına döndü. İkinci dünya savaşı günlerinde bu harita çizme olayı bir hobi haline gelmişti. İmkânı olan herkes, bilhassa hapishanedekiler ve hastalar günbegün gazetelerden, radyolardan aldıkları haberlerle müttefiklerin ve mihver kuvvetlerinin hızla değişen konumlarını çiziyorlardı. Avukat dönüp haritaya baktı. Faşizm kazanıyordu. Afrika’da Mısır’a kadar ilerlemiş, Avrupa ana karasında sadece Sovyetler kalmıştı. Kaybetse dahi bir ulusu ne kadar kısa bir sürede ne kadar hızlı güçlendirebildiğini göstermişti bu şeytani yönetim şekli. Şimdiden İber Yarımadası, Fransa ve İtalya yani Avrupa’nın bütün bir gücü faşizme teslim olmuştu. Düşünsel ve materyal bir çöküntüye uğratmıştı bu şeytani üretim, krizlerle boğuşan Avrupa ekonomilerini ve Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bölünmüş fikirleri ve sebepsiz düşmanlıkları ile dünya devletlerini. Avukat bir bardak su içti. Kafasını kaldırıp tekrar takvime baktı. 4 Ağustos 1942 yazısına baktı. Uzun bir nefes alıp gözlüğünü takıp takvime bu tarihe bakışlarıyla bir anlam yükledi. Artık bu takvim sayfası avukatın gözünde diğerlerinden daha ağırdı. Bu fiilen olmasa da fikir olarak üç yüz milyon kişi için bir kırılma evresiydi. O gün ulusal direnişi işkencelere, sürgünlere rağmen kana bulamamak için her şeyi yapan adamın kafasında bir şeyler yıkıldı, ki bu onu tam beş gün sonra çok keskin bir sözü söylemeye ve yirmi yıllık şiddet karşıtı düşüncelerini, pasif direnişi söndürecek ve o kuru bilge dudaklardan bir cümle dökülecekti: “Yap ya da öl!” İngilizler artık Hindistan’ın sahibi değil ona tabi olmak ve onu terk etmek zorunda olan illegal gaspçılara dönüşmüştü. Halbuki on yıldan az bir süre önce Mark Kalsen Burma’ya geldiğinde Katha’da ilk kez komiserliğe girdiğinde her şey olmasa da pek çok şey İngilizler için çok farklıydı. Dokuz yıl Batı’da çok kısa bir süreydi ve İngilizler buna şaşkındı. Ne var ki sefaletin ülke tanımında coğrafyasından önce geldiği yerlerden olan Hindistan’da dokuz yıl pek çok insan için bir ömür demekti.