Alesta
Haziran 3, 2021
Kapı
Temmuz 3, 2021

Si: Mor

Neresi olduğunu bilmediğim bir yerde gözlerimi açmıştım. Bu bir kayboluş hikâyesi değildi, daha ilk anda içten içe hissetmiştim. Bulunduğum yeri tanımlayamıyor ancak tanıyordum. Düştüğüm yerden doğrulmuş ve dizlerimin üzerine oturmuştum. Ateşi yanan bir şöminenin önünde üşüdüğümü hatırlıyorum. Parmak uçlarım buzlu, diz kapaklarım yırtık ve kanlıydı. Başımın ağrısı yüzünden elimi saçlarıma götürdüğümde avuçlarım kar ile dolmuştu. Tırnaklarımı tahta parkelerin arasındaki çizgilere sıkıştırıp dizlerimi sürükleyerek şömineye yaklaştım. Başımı ateşin içine soktum. Şömine aniden parlamış ve aynı hızla sönmüştü. Islak birkaç odun parçası kalmıştı, şömine ızgarasının üzerinde. Saçlarım ise sırılsıklamdı, damlalar bedenimden aşağı süzülmeye başlamıştı. Zemine düşen her damladan tok bir ses duyuyordum. Parmak uçlarımın buzları çözülmemişti. Bu sebepten olacak ki tırnaklarım kopmuş, parkelerin arasında sıkışıp kalmıştı. O anda şöminenin üstündeki guguklu saatten bir kuş fırlamıştı. Kuş suratıma tükürmüş ve yukarı çıkan zincirle birlikte kafesine geri dönmüştü.

Zaman geçmişti, ben ise ara sıra tik ve tok sesleri duymuştum. Tik saatin akrebinden geliyordu, tok ise saçlarımdan yere düşen damlalardan. Yelkovanı yoktu bu saatin, dakikalar ve anlar kayıpmış gibiydi. Burada hissedilen her şey bir asır sürüyordu sanki. Geçen zamanın ardından şöminenin üstündeki saatten kuş fırlamıştı, bir kez daha. Meğer dünden bugüne bir gün geçmişti, ben dizlerimin üzerinde beklerken. Ancak bu kez kuş sessiz ve cansızdı, dünkü çığırtkanlığından eser yoktu. Saçlarımdan akan damlalar diz kapaklarımın çevresinde birikmişti. Kuşun cansız bedeni hemen dizlerimin önüne düşmüş, su birikintisini dalgalandırmıştı. En tuhafı ise kuşun kanı kırmızı değildi. Bu akan kan, su birikintisine karışıyor ve suyun rengini mora buluyordu. Bu kuş… Yaklaştım, bir serçeydi. Kanı morarmış bir serçe. Yırtık pantolonumdan diz kapaklarımın da boyandığını gördüm. Sırtımın üstüne yatıp pantolondan hemen kurtuldum, tiksintiyle. Bu hareketi yapmaya çalışırken bacaklarımı kullanamadığımı hissetmiştim. Meğer bir gündür burada bu yüzden beklediğimi fark etmiştim.

Sırt üstü kalakalmıştım, çıplak bacaklarımla. Kuşun kanının değdiği yerler sızladı saatlerce, hissetmiştim ancak bir şey yapacak hal bulamamıştım kendimde. Çaresiz ve çelimsizdim. Acı içinde kıvranmaya razı gelmiştim. Saatin kuşu da ölmüştü, ben artık günlerin geçtiğini nasıl anlayacaktım?

Tavana diktim ardından gözlerimi. Tavana baktım saatlerce belki de günlerce. Gözlerim tavanda takılı kalmıştı. Ben tavanda asılı kalmıştım, gözlerimi yumana dek. Bir kâbus gördüm, rüyamda, gözlerimi yumduğumda. Bir tavan vardı, çatlayan. O çatlak büyüdükçe yarılan bir duvar ve o yarık yüzünden yıkılan bir ev vardı, rüyamda. O evin içinde mahzur kalan yaralı bir serçe vardı, yüzükoyun yatan ve kanayan. Gözlerimi açmıştım, kan ter içinde. Korkudan nefesimi kaybetmiştim adeta. Uykuya dalmalıydım, nefesimi aramak için. Nefesimi bir rüyada bulmalıydım, bir hayalde.

Derin bir uyku kadar zaman geçtikten sonra nefesimi buldum ve onunla geri döndüm. Gözlerimi açtığımda tavan çatlamıştı tam ortadan. Çatlak büyümüş ve bir yarığa dönüşmüştü. Tıpkı rüyamı kirleten kâbustaki gibiydi. Belki de ben rüyamda mahzur kalmıştım. Yıkılan tavandan toprak dökülüp gözlerime kaçmıştı. Serçenin yattığı minik su birikintisine avuçlarımı daldırmış ve göz çeperlerimi temizlemiştim. Dolu kadar büyük çapaklar dökülmüştü kirpiklerimden. Gözlerimi sonunda açabilmiştim.

Hareket ettiremediğim için yaralar açılan bacaklarıma baktım. Yaralarım yayılmış, yayılmış ve çürümeye başlamışlardı. Serçenin kanlı suyuna tekrar avuçlarımı daldırdım ve yaralarımı temizledim. Çürüyen etimi öptüm, parmak uçlarıma kondurduğum öpücüklerimle.

Bir anda ani bir gürültü kopmuştu, yer gök yarılırcasına. Göğü göremiyordum henüz. Fakat yer yarılmıştı gerçekten ve bir ağaç büyümüştü içerden. Kökü zeminin ortasından devasa bir delik açmış ve kabuğu gittikçe kalınlaşmıştı. Dalları duvarları sarıp sarmalamış, yeşil yaprak dolmuştu her yer. Sarmaşıklar sarmıştı dört bir yanı. Ağacın dalları sütunları tutmuştu, sarmaşıklar kıpraşıp yerlerine oturtmuştu o sütunları. Ev yeniden inşa olmuştu, eskisinden daha sağlam. Benim çevremde, benim tamir olan bedenimle birlikte.

Tamir olan bedenim sayesinde ayaklanmıştım. Ayaklandığımda arkama döndüm. Tek tezgâhlı bir mutfak vardı. Tezgâhın yanında da bir taş fırın. Kafam kadardı taş fırın ve üstünde “En harlı alevlerin ortasında bile altın nilüfer yetişir.” yazıyordu. Taş fırında oyuklar oluşturularak güç bela yazılmış gibiydi, eğik bükük bir biçimde. Fırına yaklaşmak istedim ancak bu isteğime karşı koymalıydım. Yolun sonu gibiydi taş fırın ama ben o sırada bir merdiven fark etmiştim mutfağın girişinde, kahverengi taşlardan. Tırmanmaya gittim. Taş fırından kaçtım. Ben bir adım attım. Merdiven benden öteye kaçtı. Ben bir adım daha attım merdivenin basamakları yüz kat daha arttı. Yine nefesimi kaybettiğimi hissetmiştim o an. Arkamdan yükselen bazı küfürler duydum, seslerin kime ait olduğunu kestirememiştim. Bazı hakaretler yazılmıştı sanki derime, paslı bir bıçağın darbeleriyle. Ben ise saçlarımı yolup onlardan süpürge yaptım kendime. Süpürgeye binip merdivenin tepesine uçmak istemiştim, yırtıcı bir kahkaha eşliğinde. Olmadı düştüm. Bazı taşlar çarptı, deldi geçti içimi. Hatta bir tanesi elimi ve başımı ezdi. Yine dizlerimin üzerindeydim. Dizlerim kanıyor, kulaklarımdan kan akıyordu. Arkama döndüm ve küçük dilimi yuttum. Kanım merdivenin basamaklarından dökülüp bir şelaleye dönüşmüştü, ardımda. Biriken kan gittikçe yükseldi. Sonunda o kadar yükseldi ki, boyumu aşmıştı. Kendi kanımda boğulmuştum ben. Parmaklarımla merdivenin basamaklarına “imdat” yazmak istemiştim ancak görünmezdi, biliyordum.

Ayaklarımın üzerine bastığımda kapının önündeydim ve ne kadar zamanımın daha yitip gittiğini bilmiyordum. Ben; kendimi, evim olduğuna inandırmaya çalıştığım yerden atılmıştım. Kendi kanım sürükleyerek kovmuştu beni. Artık yabancısı olduğum bu eve girmek için kapıyı kırmalıydım. Bu bir kayboluş hikâyesi değildi çünkü hissediyordum. Ben kaybolmamıştım. Üst kata ulaşmalıydım. Tırnaklarımı çıkardım, dişlerimi geçirdim merdivene ve üst kata tırmandım. Bir oda görmüştüm üst kata ulaştığımda ve lavanta kokusu duymuştum. Bir adım atmıştım, odanın kapısından içeri. Devasa bir yatağın üzerinde sarı bir çarşaf görünmüştü, odanın tam ortasında. O sarı çarşafa sarılıp uykuya dalmıştım, yapayalnız. Sarı çarşaf soğuktu, parmak uçlarım yine donmuştu.

Zaman şimdiye vardı artık. Ben bu odadayken şu anı gösterdi akrep. Geçen onca sürede ne bir kalem buldum ne bir kâğıt. Bunların hepsini aklıma yazdım. Ne bir lokma yemek yedim, ne bir yudum su içtim. İhtiyaçlarımdan azat edilmiştim adeta. Parmak uçlarımdaki buz yayıldı, saçlarımın arasına yine karlar doldu. O kar taneleri ben saçımı salladıkça döküldüler sarı çarşafın üzerine ve hiç erimediler, hep çoğaldılar. Kaç gün geçti bilmiyorum. Burada gece ya da gündüz var mı onu bile bilmiyorum.

Derim sarı çarşafa yapıştı. Söksem atsam derim yüzülecekti. Canım çok yanacaktı. Bu yüzden sarı çarşaftan vazgeçemezdim artık. Benim bir parçam haline gelen bu çarşaf yüzünden dik duramaz, ayaklarımın üzerinde yürüyemez hale geldim.

Kapının önünde bir ayna belirdi aniden, altında Tanrı’nın imzası. Gözlerimi kırpıştırdım heyecanla. Hemen ona yaklaştım. Avuç içlerimi uzattım, tuzak mı diye bakmak için. Kendimi gördüm. Tiftiklenmiş çarşaf kamburuma yapışmıştı. Saçlarım yer yer yolunmuş ve dizlerimin üstünde sürüklenmekten bacak derim soyulmuştu. Kimdi bu gördüğüm, ben miydim gerçekten? İnsana bile benzer bir tarafımı göremedim aynanın parlak yüzünde. Neydim ben şimdi? Parlayan kapıdan yansıyan bir sanrı olamaz mıydı? Bu şey gerçekten bir ayna mıydı? Ben böyle mi yaratılmıştım yoksa bu hâle sonradan mı gelmiştim? Oysaki altındaki imza yaratıcınındı, inanmalıydım.

Sırtımı yasladım hemen aynaya. Hiç dönmedim yüzümü, kendim sandığım şeyi bir daha görmemek için. Yine kaç gün geçti bilmiyorum. Burada gece ve gündüz var mı hâlâ bilmiyorum.  O kadar çok zaman geçirdim ki bu hâlde. Ayna erimeye başladı, sırtımda hissediyorum. İçine gömülüyorum. Korkmaya başlıyorum. Sanırım artık ağlamalıyım. Ama ne olursa olsun aynanın parlak yüzüne dönmek istemiyorum.

Bir ses duyuyorum, koridordan. Bir piyano “La” sesi veriyor, saatlerdir. Kim çalıyor bilmiyorum. Ardıma bakmak istemiyorum, korkuyorum. Kim var orada?

Tek bir nota duyuyorum, benim bildiğim zaman dilimine göre günlerdir. Günlerdir sadece piyanonun tek bir tuşundan çıkan “La” notası. Aklımı kaybedeceğim. Sinirlendiğimi hissediyorum, kalbim hızlı çarpmaya başlıyor. Kan basıncım yükseliyor, yanaklarımın alev alev yandığını hissediyorum. Öfkem hissedilir oluyor artık. Öfkeme karşılık evden gıcırtılar yükseliyor. Alt kattan sarmaşıklar tırmanıyor merdivenlerden bacaklarıma dolanıyor. Yeşil yapraklar keskin bir bıçak gibi yırtıyor her yerimi. Yeşilin üstüne benim kanımın kırmızısı bulaşıyor. Yeşil kaplıyor odayı ve tüm vahşiliği ile bana saldırıyor. Benim kanımın kırmızısı damlıyor zemine. Kanım tükeniyor ve artık yeşilden eser yok, her yer cehennem kırmızısına yaklaşıyor. Belki de bu bir kayboluş hikâyesi…

Ayna sırtımda erimeye devam ediyor. Sarı çarşafım eskidi, sırtım üşümeye başlıyor. Parmak uçlarım hâlâ buzlu, avuç içlerimi kestim. Susmuyor, susmuyor. Bu piyano sesi beni delirtecek. Dişlerimi birbirine bastırıyorum, dilimi ısırıyorum. Sabır dilenmek için ellerimi bir açıyorum bir yumruk yapıp sımsıkı kapatıyorum. Kristalleşen parmak uçlarım avuç içlerimi parçalıyor. Yüzümü tırmalıyorum ve boğazımı deliyorum, kendi parmaklarımla. Bağırıyorum avazım çıktığı kadar o sesi susturmak için. Çığlık çığlığa kalıyorum ama direnmiyorum da aslında.

Susmuyor. Yorgunluktan bitap düşüyorum. Bağırmaktan boğazım yırtılıyor, sesim de çıkmıyor artık. Ağlamaktan kusuyorum ve kendi kusmuğuma düşüyorum. Gözlerim kapanıyor, gördüğüm son şey sarmaşık yeşili. Ve o ses,

Susmuyor.

Susmuyor.

“La”

“La”

“La”

Gözlerimi araladığımda son feryadımın üstünden kaç gün geçtiğini bilmiyorum. Ama etim yanıyor, alev alev. Şöminenin içine düşmüşüm gibi. Parmak uçlarımın buzu çözülmüş, ben baygınken. Saçlarımdan kül dökülüyor bu kez. Sarı çarşafım yok. Zemini yitirmişim ve odada değilim. Yalnızca aynayı görüyorum göz ucuyla. Avuç içlerimi bastırıyorum göz kapaklarıma. Lavanta kokusunu fark ediyorum yeniden. Hâlâ odada mıyım? Yatak nerede? Çarşafım nerede? Neden üşümüyorum? En önemlisi neden yalnız hissetmiyorum? Piyanonun sesini duyuyorum. Meğer o hiç susmamış. Yaklaşmalıyım, diyorum kendi kendime. Aynaya bakmalıyım ve görmeliyim artık. Ne yapmam gerektiğini çoktandır biliyorum aslında. Susmuyor piyano, hâlâ aynı notada; “La”.

Emekleyerek gidiyorum aynaya doğru, gözlerim sımsıkı kapalı. Aynaya alnım çarptığında anlıyorum, ona ulaştığımı. Gözlerimi aralıyorum. Önce kirpik uçlarımı görüyorum, sonra göz bebeklerimi. Ve üryan bedenimi. Kendimi görüyorum tam manasıyla, ilk kez.

“La”

Şehadet parmağımı havaya kaldırıp aynadaki yüzüme dokunuyorum, diğer elimleyse kendi yüzüme. Kendimi cesur hissediyorum ilk kez. Rüzgâr esiyor sanki etrafta. Lavanta kokusunu alıyorum yeniden ve içime çekiyorum. Lavanta kokusunun yüzüme dokunan parmaklarımdan geldiğini anlıyorum o an. En başından beri belki de hep benden geliyordu bu koku. O sırada piyanonun çalmaya devam ettiğini duyuyorum.

“Si”



Paylaşmak Güzeldir:

Sena Sarıvaz
Sena Sarıvaz
Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi öğrencisi olan Sena; evrenle konuşmayı, insanların özünü keşfetmeyi, hayvanları sevmeyi, kurulmuş oyunları bozmayı, doğru ile yanlışı kimsenin canını yakmadan ayırt edebilmeyi en temel amaçları arasına koyup umduğu yoldan gidebilmeyi arzuluyor. Tüm bunların yanına mesleki başarılarını da ekleyip kendini reel hayatta var etmek için uğraşıyor. Hayatta bulduğu her şeye bir soru işareti ile tutunuyor. Soran, merak eden, irdeleyen ve bundan hiç bıkmayan karakterini anlamak için uğraşırken her gün kendi ile yeniden tanışıyor. En büyük motivasyonu ise vazgeçmemek olduğu için onunla sohbet ederken pes etmeniz işten bile değil.