Toplumsal inşalar ve kendi süzgecimizden geçirdiklerimizle birçok anlayışa sahip oluyor, kimi zaman da onları şekillendiriyoruz. Bu süreçte içinde bulunduğumuz toplum yaşadıklarımızla bize bir bağlam oluşturuyor, bu bağlamda da toplumsal ve bireysel iyi olma hâline önem veriyoruz. İyi olma hâli dediğimizde ise aklımızda oluşan kavramlardan biri adalet olsa gerek. Bunları bireyin kendisine ve topluma karşı adil olmasıyla ilişkilendirebiliriz. Pekii, insanlar neden adil olmaya önem verir ya da vermez? Adil olabilmek ya da adil bir toplumda yaşamak mümkün mü? Bununla birlikte sizce adalet ne demek ve hukuk bunların neresinde? Şimdilik bu sorular zincirinin son halkasına Michael Sandel’in Adalet adlı kitabını koyarak bir okuma macerasını sonlandırıyor ve bu ayki söyleşimizi hukuk üzerine gerçekleştiriyoruz.
Adalet kavramı, yazarımızın da kitapta cevabını aradığı ‘‘Yapılması gereken doğru şey nedir?’’ sorusuyla anlam kazanmış gibi duruyor. Doğru olan şey, tek anlamlı gibi gözükse de kendisine atfedilen farklı değişkenlerle anlam değiştirebilir. Yine de günümüze kadar birçok düşünürün bunu formüle etmek istemekte ısrarcı olduğunu görüyoruz. Mesela, Bentham bireysel faydacılıktan yola çıkarak toplumsal faydanın maksimum seviyeye çıkarılabileceğini iddia ediyor ve bununla ilgili uygulamalar dahi geliştiriyor. Mill ise bu faydacılık anlayışına bireysel haklar boyutunu ekliyor. Ya da Kant bunlardan bağımsız, bireylere amaçmış gibi davranarak oluşabilecek bir ödev ahlakı anlayışından bahsediyor. Düşünürlerimizin hepsi bir noktada doğruyu arıyor ve kurguladıkları doğru anlayışıyla daha iyi bir dünya yaratmak istiyor. Bunlar ve bunlar gibi arayışların yansımalarıyla birey kendisiyle ve diğerleriyle bir anlaşmaya giriyor ve sonunda bu anlaşmaların doğru şeyi yapıp yapmadığı yani adaleti sorgulanıyor.
Şimdi biz de bir sorgulamaya girelim ve spesifik bir olaydan giderek perspektifimizi genişletelim. Mesela yazarımızın da örnek olarak gösterdiği taşıyıcı annelik ve bunun sözleşmesinin gerektirdikleri, uygulanma kaideleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Belirli bir ödenek karşılığında çocuğu olmayan bir çift için erkekten aldığı spermle döllenmeyi kabul eden ve sonrasında da çocuğunu onlara vermeyi kabul ederek annelik haklarından vazgeçen taşıyıcı annenin sözleşme ve dava sürecinden bahsediyoruz. Bu kadın böyle bir sözleşme yapabilir mi ya da yapabiliyorsa bu sözleşmeden dönebilir mi? Eğer kadın sonrasında çocuğunu vermekten vazgeçmeyi düşünürse burada doğru olan sözleşmeye mi annelik değerlerine sadık olmak mıdır? Kadın zor şartlarda bu sözleşmeyi kabul etmiş veya anne olduktan sonra içinde bulunacağı durumu tahmin edememiş olabilir. Belki de doğan çocuğun da annesinin yanında yaşaması daha iyidir. Bununla beraber, bu çocuğun kendisini isteyen çiftin yanında bir aileyle büyümesi de çok iyi olabilir. Tabii, bir de bunlardan bağımsız ortada imzalanan bir sözleşme vardır. O zaman karşılıklı yapılan bu sözleşmenin olanlar karşısındaki değeri üzerine konuşabiliriz. Bu anlaşma sürecinde doğru olan nedir ve anlaşmaya olanak sağlayan hukuk sistemi, anlaşmanın bozulmak istenmesi durumunda nasıl doğru davranabilir? Aslına bakarsak kendimizle de böyle anlaşmalar yapıyoruz. Kendimize bazı sözler veriyor, bunlara uymadığımızda da içimizdeki adalet sistemimizle kendimizi yargılıyoruz. Bunları neye göre ve nasıl yaptığımız ise değişiklik göstermekle birlikte en doğruyu aramaya devam ediyor ve bunlardan yola çıkarak toplumsal yansımaları değerlendiriyoruz.
Arayışımızın içinde daha doğrusuna ulaşabilmek için alınan birçok eylem planından bahsetmek mümkün. Bu eylem planlarının ne kadar sağlıklı yürütüldüğü ise daha doğrusuna ulaşabilmek için konuşulmaya değer. Örneğin; açlık, yoksulluk, nitelikli eğitime ulaşabilme ya da ataerkil toplum baskısı günümüzün bazı sorunlarından. Bu sorunların altında bir eşitlik kavramının yattığını gözlemleyebiliriz. Nedir bu eşitlik dersek her kişinin kimliğinden ve şartlarından bağımsız olarak aynı haklardan faydalanmasıdır eşitlik. Fakat, süregelen düzende bu hakları herkes için uzlaşı noktası olan bir yere çekmek zor gibi gözüküyor. Zengine, bundan sonra sen daha az fırsattan yararlanacaksın diyemediğimiz gibi. Böylece eşit kaynaktan ve hizmetten yararlanamayan, eşit muamele görmeyen insanların durumunu sorgularken yeni anlayışlar geliştirilmiş. Bu anlayışlardan birisi de pozitif ayrımcılık olabilir. Bu; madem eşitlik için üst konumdakini yerinden ve hakkından vazgeçmeye ikna edemiyoruz, o zaman biz de daha alt konumdakine pozitif ayrımcılık yapar ve onu üst konuma taşırız düşüncesini temel alan bir yaklaşım olarak görülür. Biz de bu yaklaşımla herkes daha yüksek bir noktaya ulaşır ve adalet sağlanmış olur diyebiliriz. Bununla beraber pozitif ayrımcılık her zaman adalet sağlansın diye mi uygulanıyor? Mesela kadına erkeklerden daha çok hak vermeyi vadeden bir iş yeri adaleti sağlıyoruz der ama bu durum kadının görüldüğü alttaki konumu derinleştirmeye yol açabilir. Pozitif ayrımcılıkla derinleşen bu algı ise bazı düşüncelere girmek için yol gösterir. Pozitif ayrımcılık eşitlik için günü kurtarmaya yönelik bir çare olarak belirlenmiştir ama daha uzun vadede nesillere nüfuz edecek bir uygulama bizi ideale götürebilmek için daha gereklidir.
İdeal ya da doğru dediğimiz şeyi kimin, nasıl belirlediği ise büyük önem taşır. Bunda, ortak iyiye ve bireye saygı duyuluyorsa adaletten söz edilebilir. Aksi takdirde Kurt Vonnegut’un eşitliği çok farklı tanımladığı ‘‘Harrison Bergeron’’ adlı hikâyesindeki gibi toplum bir distopyaya sürüklenir. Bu hikâyede herkes eşit derecede zeki, eşit derecede güçlü ve eşit derecede zengindir. Her şey eşittir ama burada eşitlik denilen eşik noktası nedir ve bunu kim belirlemiştir? Eminim, eşitliğe daha çok ihtiyaç duyan kesimin fikri alınmadan üstten inmeci tavırla oluşturulan her aksiyon da bu hikâyeye dönüşebilecekler kategorisindedir. Yani kadınları erkeklere eşitlemek istiyorsanız önce kadınların, fakirleri zenginlere eşitlemek istiyorsanız önce fakirlerin, güçsüzü güçlüye eşitlemek istiyorsanız önce güçsüzlerin fikrini almalısınız diye düşünüyorum ya da onların harekete geçebileceği alanlar yaratmalısınız. Bunlarla, adalet dediğimiz kavramda herkesin sözü olur ve bu kavram kendine çok daha fazla etki alanı bulur. Hukuk, bu etki alanına dahil olmak istediğinde ise içinde bireylerin özgürlüğüne saygı duyulan bir güven atmosferi oluşturabilir. Böylece adaletin etki alanının genişlediği bir toplum hukukla işbirliğine girerken hukukun bireye özgürlük alanı tanıdığı bir atmosferde adalet etki alanını genişletmeye devam eder.
Teşekkür: 30 Nisan akşamı gerçekleşen söyleşimize katılan tüm katılımcılarımıza ve bu yazının çıktığı atmosferde yer alan Ali Ozan Düzgün, Burhan Bahadır Kibar, Fatih Şahin, Furkan Çankırı, Haluk Ovacık, İlayda Küçükafacan, Mina Çekin, Oğuzhan Akbaş, Özge Efeyurtlu, Rüveyda Önder, Sena Önder ve Sumru Günaydın’a çok teşekkür ederiz.
Kaynakça: Michael J. Sandel, Adalet, Felix Yayınları, Ankara 2021, Çeviren: Murat Kocaoğlu.