“Tuvalete gitmem gerek.” diye düşündü herhalde.
Yerinden usulca kalktı, öğretmen masasından bize kuşkulu kuşkulu bakan asistanın yanına doğru geldi.
“Ne oldu?” diye sordu asistan.
“Hocam, tuvalete gitmem lazım.” dedi o da.
“Şimdi mi? Tuvalete daha önceden gitseydin ya…” diye hafif tersledi asistan da. “Neyse dur, ben diğer asistanı bir arayayım da gelsin.”
“?..”
Cebinden telefonunu çıkarttı, koydu kulağına, homurdandı biraz, sonra telefon yine cebe…
“Birazdan gelir asistan,” dedi. “sen de bu arada telefonunu masanın üstüne koy.”
O da biraz şaşkınlıkla asistanın dediğini yerine getirdi. Çıkardı telefonunu cebinden, koydu masanın üstüne yavaşça. Asistan tatmin olmamış olacak ki, onun iki cebine de hafiften vuruverdi iki kez.
Ben tabii biraz şaşkınlıkla biraz da inanamamazlıkla, sınavı bırakmış ikisini seyre dalmışım.
Diğer asistanın gelişiyle beraber bu ikili sınıftan çıktılar. Ben de göz temasının kaybolmasıyla beraber sınavıma devam ettim ama bir yandan da hâlâ şaşıyordum.
Neyse işte, bu ikisi bir zaman sonra geri döndüler, o sınavının başına döndü, bu iki asistan da gürültü etmeden sohbete durdular biraz, sohbetleri bittiğinde de bu sefer o ikisi beraber dışarı çıktılar ki, çıkış o çıkış, sınıfta bir uğultu başladı. Bir yandan kimisi arkasına dönmüş soru soruyor, kimisi kimisine kâğıt uzatıyor, telefonlar kontrol ediliyor, bir karmaşa, bir keşmekeş…
Neyse işte, bu da biraz devam ediyor, ardından asistan geri dönüyor, hemen tüm sesler kesiliyor o anda.
Sonrasında da artık, normal bi’ şekilde sınavın sonu geliyor, sessiz sedasız, asistan yine kem kem bakıyor tabii.
Sınav sonrası yine herkes serbest, konuşmalar başlıyor işte:
“Sen şu soruyu ne yaptın?”
“Şu sorunun cevabı neydi?”
“Seninkisi benimkisinden farklı olmuş.”
Vesaire, vesaire…
Ben de bir grubun içindeyim, konuşulanları dinliyorum, aklım ama hâlâ olanlarda, neyse bir ara kafamı kaldırıp bakıyorum, aynı grubun içinde o da var. Ben de ortaya konuşuvermeye başlıyorum işte:
“Ya bu hocaların yaptığı da ayıp ama!” diyorum.
Onunkisi de dahil, dikkati kendi üzerime çekmeyi bir nebze olsun başarıyorum.
“Sanki bu fakülte hapishane, bizler mahkûm, asistanlar gardiyan, hocalar da müdür.” diye devam ediyorum, sonra onu işaret ederekten:
“Adamlar tuvalete giderken bile başımızda nöbet tutuyorlar, bu adamın üstünü aradılar! İnan, yakında çıplak arama da yapar bunlar!”
O da dahil bir gülüşme kopuyor o arada.
“Tuvalete gideceksin, he mi? İndir ulan pantolonunu!”
“Beyefendi, direnmeyin, sadece protokolü uyguluyoruz.”
Bir gırgır, şamatadan sonra bu sefer de ona hitaben soruyorum:
“Sahi sen asistanla beraber gittikten sonra ne oldu?”
O da biraz kızgınlık biraz da neşeyle anlatmaya koyuluyor:
“Sınıftan çıkıp tuvalete gittik, tuvalete vardıktan sonra ‘Sen biraz bekle burada.’ dedi bana. Adam sonra girdi içeri, içeriyi de aradı ha! Sonra tuvaletlere şöyle bir üstünkörü baktı hiç kopya saklamış mıyız saklamamış mıyız diye. Ondan sonra girmeme izin verdi. Oradayken de dışarda nöbet tuttu ha! İşim bittiğinde de beraberce geldik işte!”
“Hey Allah’ım ya! Bir de bu adamlar bizden büyük işler bekliyorlar güya! Güya bize büyük işler emanet edecekler! Ben size sorarım, insan bineceği arabanın mühendisine güvenir, he mi?”
“Hee!”
“E, yahu adam, sen bize bir tane kıytırık sınav için olsun güvenmiyorsun, kaldı ki bize araba üretiminde güvenesin, bu nice iştir!”
Bana hak verdiklerini ifade eden bir gürültü oluştu o anda ama bir sonraki an şaşırtacaktım onları…
Gürültü biraz dinince yine söz aldım:
“Ama işin daha da kötü yanı ne biliyor musunuz?” dedim. “Adamların haklılık payı yok değil!”
O an topluluğun hem kem hem de meraklı bakışları yine üstüme toplandı.
“Yahu biz suçlu gibi davranırsak adamlar tabii ki gardiyan gibi başımızda nöbet tutarlar! Nitekim bu sınavda da kopya çektiniz!”
O zamana kadar sessizce bana bakan o söz aldı bu sefer:
“Yav tamam, iyi güzel söylüyorsun da, hocanın hiç mi suçu yok?” dedi bana.
“Nasıl yani?”
“Tamam, biz kopya çekiyoruz, doğrudur, ama hoca da dersini güzel anlatsa, bize işlemediği yerlerden sormasa, biz kopya çeker miyiz?”
Kafamı salladım hafiften.
“İşte sıkıntı iki taraflı.” dedi.
Ondan sonrasında kesin sonuca vardıramadığımız ‘Bu sorunun çözümü nasıl olur?’ sorusunun cevabı üzerine biraz tartıştık ama o gün hiç olmazsa sorunun güzel bir teşhisini yapmıştık.
Sorun, öğretmen-öğrenci güvensizliğiydi.
Bu sorundan eminim ki çoğumuz rahatsız da olmuştur, sonuçta kim kendisinin her türlü hareketinin izlenmesini ister, kim tuvalette bile başında nöbet tutulmasını ister, kim kendisine suçlu gibi davranılmasını gururuna yedirebilir?
Şu Korona zamanlarının başındayken bazı hocalar öğrenciye (daha çok) çaresizlikten doğan bir güvenle rahat şartlar altında sınav imkânı verdi, öğrenciler yine biraz rahatladılar ama tabii (çoğu) öğrenciler yine bunu suistimal edene kadar…
Ondan sonrasında hocalar yaptıkları “iyilikten maraz doğduğunu” görünce bu sefer önlemleri ardı ardına sıkılaştırmaya başladılar. Güvenli internet tarayıcıları, sınavlara kamera zorunluluğu, kısa süreler, zor ve öğrencinin sınıf numarasına göre değişebilen cevapları olan sorular…
Şimdi bu alınan yeni “önlemler” artık öyle bir seviyeye çıktı ki bunun bir ötesi, üniversitenin gelip odanıza kamera yerleştirmesi olurdu herhalde. Artık, Çin nasıl kendi vatandaşını 7/24 kamera altında tutuyorsa, biz de kendi öğrencilerimize öyle yaparız herhalde.
Bana sorarsanız bu bir çılgınlıktır.
Ve de bu çılgınlık yüzündendir ki hem hocalar hem de öğrenciler birbirlerinin işini zorlaştırıyorlar. Hele hele o sınav kağıtlarını okumak zorunda kalan asistanlar aklıma geldikçe içimde bazı zamanlar bir acıma duygusu oluşmamış değildir.
E tabii şimdi “Bu kadar sorundan bahsettik, biraz da çözümü nasıl olacak?” diye konuşalım diyeceksiniz ama az durun da dinleneyim biraz, üç sayfadır yazıyorum, yoruldum. Hem zaten aklımda hazır bir çözüm de yok hani, ben biraz dinlenirken ona da siz biraz kafa yorun, gelirse de aklınıza güzel bir çözüm, yazıverin e-posta adresime, onu da konuşalım.