– Ders kitaplarında bile yazan gerçeklere karşı çıkıyorsun öyle mi?
-E, evet yani kitaplara geçmekle gerçek oluyor değil ya. Eminim diyorum size, gördüm.
Küçümser gözlerle süzdü onu arkadaşları. Sahi ya, kitaplarda yazan gerçeklere karşı çıkanlarla alay edilmekten başka ne yapılırdı? O, hem tartışmanın bir yere gitmeyeceğini bildiğinden hem de içinde devam edecek gücü hissedemediğinden nefesini yormak istemedi. Pardösüsünü sırtına geçirdi, yakasını kaldırdı, masaya içtiği kahvenin parasından fazlasını koydu ve “Siz beni asla anlayamayacaksınız ama söylediklerim gerçek, kendime değil size üzülüyorum.” diyemedi de kuru bir eyvallah çekerek dışarı çıktı. Arkadaşlarıyla konuşurken şüphe denizinin dalgalarının kendisini savurmasına müsaade ederdi. Her cümle bittikten sonra çevresini kontrol eder acaba ciddiler mi yoksa benimle alay mı ediyorlar diye şöyle bir düşünürdü. Böyle olunca anlattıkları ne bir düzende ilerler ne de bir sonuca ulaşırdı. Bu alaya dayanamadığından kalkmıştı masadan. Hem aklıyla hem de şiddetini artıran yağmurla kavga ede ede eve vardı. Saatine baktı, karısı çoktan eve gelmiş olmalıydı. İçeri girmektense ıslanmayı yeğledi. Herkes gibi tartışmadan sonra söyleyemediklerini beyninde döndürüp durdu, ıslaklığını umursamadan bir kaldırım taşına oturdu. O kadını düşündü, rüya mıydı gerçek miydi ayırt edemeyeceği kadar küçükken görmüştü onu. Ona yazdığı şiiri buldu ve okumaya başladı:
Yarılırdı denizlerin en sert kayaları
Hissetmek için o pek nazenin bakışları
Meşk ederdi diller olanca kılükaliyle
Ve niyaz ederdi Tanrı’dan inananları:
Hiç bitmesin bu sürur en aydınlık haliyle
Meğerki …
Duraksadı bir an, gözleri kılükaliyle kelimesine takıldı. Aslında bu şiiri okuyucuda bahar sabahlarının yarattığı rahatlığı yaratması için yazmıştı. Kendisi o kadını düşününce ne hissediyorsa okuyucunun gözlerinden kalbine o sıcaklık akmalıydı. Ancak yaratmak istediği yepyeni hava, sırtında taşıdığı mazinin kudretli ellerince tahrip edilmişti. Onun yanında her şeyin anlamsız kalacağını anlatmak için eklemişti bu kelimeyi ama abartılı buldu. Bu kadar hayatın merkezine koyacak ne vardı bu kadında diye düşündü. Kendisine kızdı, biraz da O’nun yüzünden arkadaşlarıyla gerildiği için sayfayı yırttı. Belki de haklılar, çocukken gördüğüm bir hayalin dimağımda yarattığı akislerden başka bir şey değil bu kadın dedi. Havaya hâkim olan dondurucu ayaz ve ıslaklık hissi dizinde müthiş bir ağrı meydana getirince kalkması gerektiğini anladı. Bacağını çeke çeke eve doğru yol aldı. Hiçbir şey söylemeden karısına selam bile vermeden düşünmeden çalışan ellere özgü bir kıvraklık ve hatasızlıkla kıyafetlerini değiştirdi, kurusunlar diye radyatörün üstüne sıraladı. Daha az acı duyduğuna kani olduğu an yemek yapmak için yerinden kalktı, duvarları tuta tuta mutfağa vardı.
Bu sırada biz de onun yaşadığı pek mutlu ada ülkesinden bahsedelim. Bu ülke hiç güneşin açmadığı, sürekli yağmur yağan, yağmasa bile bulutların gökyüzüne hükmettiği bir adanın üzerine kuruludur. Güneş görmediklerinden dillerinde ne güneşin kendisini karşılayan bir sözcük ne de gökkuşağı vardır. Çok önemli bir işi olmadıkça kimsenin terk etmediği bu sevimli adacıktan dışarı çıkma cezasını yaşayanlardan birisi de kahramanımızdı. Babasının işi için gittikleri bu yolculuk gerçekleştiğinde kahramanımız henüz üç yaşına yeni basmıştı. Babası iş görüşmeleri yahut balolardayken ona bakması için tutulan hizmetçi kadını anımsıyordu sürekli. Otel odasında camın önünde kırmızı gecelikle duran bu kadının yüzüne güneş vuruyordu. İşte bu güneş onun adeta laneti olmuştu. Yaşı küçük olduğu için hafızası silinmemiş, o anlam veremediği sarı şeyi kadınla ilgili bir şey zannetmişti. O kadının olduğu her yerin aydınlık olacağı, ısınacağı fikri gönlüne yer etmişti. Bu uğurda çok insanla kavga etmiş, arkadaşlarıyla küsmüştü. Hayatta hiçbir iddiası olmayan bir zavallının tutunduğu tek daldı bu sarı ışık saçan kadın.
Bu adada bizim gökkuşağı dediğimiz şeyin renklerini yalnız evlerde yahut balıkçı takalarında görebilirdiniz. Görebilirdiniz diyorum çünkü bir gece yarısı aniden bu renk boyalar ortadan yok oldu. Halk da ağız birliği etmişçesine doğdukları günden beri bütün evlerin ve takaların siyah, beyaz yahut turuncu renkte olduklarını beyan ediyordu. Güneş hiç çıkmadığı için ayçiçekleri, domatesler ve biberler bu ülkede hiç yetişmez, bazı inatçı ağaçlar boy verdi mi hemen başlarına vurulur, toprağı sömürerek halka zarar vermekle suçlanırdı. Bir kere zavallı bir ceviz kendiliğinden çıkmıştı da durumdan vazife çıkaran ahali şuncacık ağacı 10 parçaya bölmüş, sonra da yakmıştı. Buluttan ve yağmurdan başka bir şey bilmediklerinden ne kalkar kalmaz “Kar yağdı mı, okullar tatil oldu mu?” diye düşünen çocukları ne de mevsim değişikliklerinden hastalanan, depresyona giren yetişkinleri vardı. Okullarda bile iki çeşit hava durumu öğretilirdi: Az yağmurlu yahut bulutlu ve sağanak yağışlı. Ama onların mahrum oldukları şeyin yalnız zevklerimiz olduklarını sanmayın, bu zavallıcıklar yağmur yağması neredeyse muhakkak olduğu için beklenmedik yağmurlara yakalanıp zatürre de olmazlardı. Hava durumu üzerine düşünmediklerinden çeşit çeşit kıyafet almaya da para harcamazlardı.
Yemeği yapıp karısına isteyip istemediğini sordu. Karısı “Teşekkürler, ben dışarıda yedim.” deyince yüzü bir anda asıldı. “Bu kadar güzel bir kadın benim çiçek bozuğu yüzüme ve sakat ayağıma baka baka yemek yiyecek değil ya tabii arkadaşlarıyla yiyecek. Başka ne bekliyordum ki…” diye düşünerek kendisine çıkıştı. Karısına karşı sonsuz bir kompleks içerisindeydi. Aksayan bacağına kadının daha ilk görüşmelerinde gülmesi ruhunda derin bir yara meydana getirmiş, kadının bütün fiillerini bu uğursuz gülüşün yarattığı lanetli ve karanlık ışık penceresinden görmeye başlamıştı. Zaten kişi dünyayı gördüğü kadar ve gördüğü gibi değil miydi? Kahramanımız kendi kendine konuştuğu sıralarda “Bana asıl dokunan şey alay edilmek değil, zaten çocukluğumdan beri ardı arkası gelmez dalga geçilmelerle, küçümsemelerle yaşamaya alışığım. Asıl sorun o alay edenlerden farkı olmayan bir kadınla ömrümü paylaşıyor olmam.” derdi. Belki de bu tecrübelerin en acısıydı. Karısı Sare hep ne olurdu şu kocam bir harekette bulunsaydı, sıkıntılı anlarda hiç olmazsa iki kelime etseydi diye içten içe hayıflanır kocasına biraz acıdığından biraz da kavga etmek istemediğinden kendi kendini yer bitirirdi. Anlaşmamak üzere yaratılmış bu iki insan yalnız birbirlerini üzer, hayatı yek diğeri için zorlaştırmak sanatının şaheserlerini icra etmekten hiç geri kalmazlardı. Bütün bunları yaparken kendi kabahatlerini, görüşlerindeki çarpıklıkları hiç düşünmezler, yalnızca karşı tarafın ettiklerinden yakınırlardı. Bir raddeye kadar doğruluk içeren bu sıkıntılar belki konuşmak yoluna gidilse çözülebilir cinstendi. Yazık ki bu eşlerin ikisi de olaylara bütünlüklü bakabilecek olgunluğa ulaşmış değillerdi. Birbirlerinden uzak yaşayarak sorunları kendi içlerinde kangren etmeyi çözüm bilirlerdi. Bu yolla ezilmemeyi yahut hayal kırıklığı yaşamamayı becerdiklerini düşünürler, hayatlarından memnun oldukları zannına kendilerini inandırırlardı. Birbirlerini görmeksizin çok eskiden verilmiş bir ahdi yerine getirmek için evlenen bu iki insan kendileriyle yaşamayı bile bilmiyorlardı ki hayatı birbirlerine güzelleştirebilsinler.
Yemeğini bitiren kahramanımız ağır adımlarla bacağının her hareketini ta göğsünde duya duya tavan arasındaki atölyesine ulaştı. İnsanlardan, belki de sadece karısı Sare’den, bunaldıkça buraya gelir tanıdığı tanımadığı her çeşit insandan topladığı bozuk radyoları tamire koyulurdu. Bu radyolarla tek tek konuşur, başlarına gelen elim olayı bir doktor titizliğiyle tahlil etmeye çalışırdı. Hikâyesini sevdiği radyoları ise tamir bittikten sonra bile birkaç gün yanında alıkoyar, tanrıların yarattıklarına bakarken hissettiğine denk bir zevkle radyolara bakıp onları seyrederdi. Kendisini huzurlu hissettiği tek an radyolarla sohbet ettiği andı. Arkada açtığı müziklere hiç kimse karışmaz, tütsünün yahut içtiği sigaranın kokusundan şikâyet edilmezdi. Özetle böyle anlarda mücadele etmesi gerekmez, kendini talihin terazisini elinde bulunduran kudretli meleğin kollarına bırakır gibi hissederdi. Durmaksızın şöyle derdi: “Her türlü kutsallığa açılan tek pencere vardır: Handel.” Tıkır tıkır tamir ettiği bu radyoların parmaklarımızla kurduğumuz bütün fiziki hülyalar gibi ufalanıp gideceğini, hiç olmazsa eskiyerek ehemmiyetini yitireceğini anlamamış mıydı sahi? Bildiği tek şey, çocukken pişsin diye dükkânına çırak girdiği ustasının ona durmaksızın öğütlediği eliyle çalışanın ruhunun Allah’a yaklaştığı fikriydi. Pek inanmazdı inanmasına ya, hissettiği rahatlığı diğer insanlara anlatırken iyi bir dayanak noktası olurdu. Kendisiyle konuşmayı bilmeyen kişi hangi hülyanın hangi nitelikte olduğunu nasıl anlardı ki?
Radyo tamirine başladıktan biraz sonra karnının doyduğunu ve canının sigara istediğini fark etti. Sandalyesini pencerenin önüne yanaştırdı. Pencereyi açarak içeri toprak kokusunun dolmasına izin verdi bir süre. Hiçbir şey düşünmeden toprak kokusunu içine çekmek sevinç duyduğu ender şeylerdendi. Gözlerini açtı, sigarasını yaktı ve dışarıyı incelemeye başladı. Şemsiyesi ters dönmüş bir kadın gördü. Zavallıcık o kadar korkuyordu ki ıslanmaktan bir o tentenin bir bu tentenin altına savuşuyor yağmurdan yeterince korumadığına emin olunca bir önceki tenteye sığınıyordu. Biçare Sisifos’un kayayı yukarılara taşımaya çalışması ama her seferinde başladığı yere dönmesi gibi aynı tenteler altında sürekli gidip geliyor daha iyisini elde edemediği gibi tenteler arasında da yağmurun direkt hedefi oluyordu. “Ne aptal kadın” dedi, “bir tentenin altında durarak beklese daha az ıslanacak, en mükemmeli olsun diye uğraşırken elindekini de yitiriyor.”. Eğlenen gözlerle kadını izlerken sigarasından çektiği son nefes boğazında kaldı. “Aaa!” diyemedi, yalnız boğuk boğuk öksürmekle yetindi. Bizim hayatımızın bu kadından ne farkı var? Hangimiz kendi edimlerinin nihai bir amaca yöneldiğini savunabilir? Rotasını kaybetmiş tekne gibi savruluyoruz. Dümende ise tek şey var: “Başkalarınca beğenilmek arzusu”. Dış çevremiz onaylasın diye düşünüyor, yaşıyor ve giyiniyoruz. Peki ben ne istiyorum? Bunu şimdilik bilmiyorum ama bulacağım. Kendime verdiğim ilk ve son söz bu, onu yerine getireceğim. Belki on yıl sonra öleceğim, bunu on bir yapamam belki ama hâlâ son dokuz sene kalmadan harekete geçmiş olabilirim.
Hayatındaki ilk büyük kırılmaya koşar adım giderken bu ön fark ediş hiç şüphesiz çok şeyin yolunda gitmesini sağlayacaktı. Kap dolmamıştı belki ama eskisi kadar da boş değildi. Öyle ya insan acı çekmedikçe, sıkıntı yaşamadıkça olgunlaşamazdı. Sürekli devam eden acılarsa kanıksandığından bünyeyi zehirlemekten başka işe yaramazdı. Ama böylesi iğne batmasını andıran fark edişler ve acılar, nehirlerin yataklarını değiştiren depremler gibi acı dolu olurlar ama nice topraklara hayat bahşederlerdi. Derken hayatını bir daha eskisi gibi olmamasını sağlayacak dönüşümün vakti geldi. İlk oyuncu Sare sahneye girdi ve arkadaşın Amine’den mektup geldi, okumak istersin diye düşündüm dedi. Karısına ilk kez orada gülümseyerek teşekkür etti. Sare dışarı çıkınca mektubu açtı ve okumaya başladı.
Bu mektubu okunmaya başlanmasıyla yalnız onun uyuşukluğu kanıksamış zihni için varolan o acayip ve karmaşık trajedi tekrar sahneye çıkıyordu. Düzenini kargaşadan, nizamsızlığından alan bu narin terkip yıkılmış yerine düzenli ancak acı dolu travma kurulmuştu. Kıvrımlı çizgilerin birbirleriyle dans ettiği mektubun okuyucusunda yarattığı ruh hali, çizgilerden daha arabesk idi. Beklemediği bu içerik karşısında anlamak için tekrar tekrar kelimeleri okuyor, nefes alışverişleri odayı dolduruyordu. O an odada başka birisi olsaydı nefretin, hırsın ve kinin nemli ve yapışkan bir cisim şekline soktuğu havayı duyardı. Hiç şüphesiz bu havanın büyük şeylere gebe olduğuna yemin ederdi. Eski devirlerde cinayet yahut intiharla sonlanan o büyük şahsi felaketlerden birinin havasıydı bu. Karısını çağırdı ve şöyle dedi: “Meryem’i arayıp acilen gelmesi gerektiğini söyler misin?” Karısı bir anlam veremedi, soruşturur gözlerle baktı kocasına ancak aldığı yanıt yalnızca daha yüksek sesle söylenmiş aynı cümleydi: “Meryem’i arayıp acilen gelmesi gerektiğini söyler misin?”
Mektupta ise şöyle yazıyordu: