Beyin, Birey ve Zekânın Evrimine Bir Bakış
Mayıs 3, 2021
Karanlık Saatler
Mayıs 3, 2021

Biricik Olmak: Bir Varmış Bir Yokmuş

Vakit neden gitgide daha nadir bulunur, daha kıymetli bir varlık haline geliyor? Hayat gerçekten her geçen gün daha mı hızlı akıyor? Anda kalmayı, anı yaşamayı neden bir türlü beceremiyoruz? Zira beceremediğimiz ortada. Aksi takdirde bu kadar popüler ve herkesin dilinde olmazdı. Demek kendisi ortalıkta yok ki bu denli ihtiyaç duyup dillendiriyoruz. Bu sorulara verilebilecek cevaplar arasından hayatımızdaki artan çeşitlilik ve hız üzerinde durmak istiyorum. 

 Önünde yalnızca tek seçeneği olan kişinin o eylemi gerçekleştirmek uğruna vazgeçmesi gereken herhangi bir şey olmadığından bir kaybı da yoktur. Öte yandan birden fazla alternatifi olan kişinin her bir seçimi diğer tüm olasılıkları seçmemeyi tercih etmesi anlamına gelir ki bu da yaptığı seçimin fiyatını artırır. Aslında buraya kadar kişinin artan fırsat maliyeti dolayısıyla kıymetlenen vaktini daha akıllıca kullanacağı düşünülebilir. Fakat tüketim toplumunun kuralları gereği ne kadar fazla nesne alınırsa o kadar fazla mutlu olunacağı, sayıca ne kadar fazla deneyim yaşanırsa o kadar kaliteli bir yaşam geçirilmiş olacağı algısı nedeniyle kişinin daha az şeye daha fazla vakit harcayıp derinleşmek yerine daha fazla nesne sahibi olmayı, daha fazla şey tatmayı tercih etme eğiliminde olduğu gözlenir. Halbuki bu durum kişinin kaliteli bir yaşam yaşamasına değil tam aksine yüzeyde kalmasına, insan zihnine yakışır bir derinliğe erişememesine sebebiyet verir. Bu mevzuyu benim zihnimdeki şekliyle aktarmak için sigara ve puro metaforunu kullanacağım. İlk olarak sigara içen birini hayal edelim. Muhtemelen karşımızda ayakta duran bir arkadaş görüyoruz. Kolunda bir saat var, sık sık kontrol ediyor. Bir şey bekler gibi bir hali var. Bir şeyin olmasını ya da gelmesini bekliyor. Bu herhangi bir şey olabilir; toplantı, teneffüs, otobüs, sevilen biri belki. O şey her neyse gelir gelmez ne kadar içtiğine bakmadan ciğerine son bir nefes çekip atıyor elindeki sigarayı. Çok bir kıymeti yok onun için, boşuna bir yük. Astım ilacı gibi olmuş artık. Günde birkaç defa çekmese olmaz, çekse de pek bir işe yaramıyor. Başlangıçta zihninizde beliren resmin buna yakın olduğunu düşünüyorum. Değil ise de böyle bir tablonun gerçekçiliğine itiraz edeceğinizi sanmıyorum. Şimdi de puro içen herhangi birini hayal edelim. Belki ofisinde deri koltuğunda rahatlarken, belki açık havada güzel bir manzarayı seyrederken. Puro içen birini hayal gücünüzle de olsa acele ettirebilir misiniz? Bu çok zor. Bir defa puroyu yakması bile zahmetli. Sigara gibi çakmağı çakıp tüttürülen, aceleyle tüketilen bir şey değil. Dakikada bir, en fazla iki sefer çekmenize izin veriyor. Daha fazla çekmeye kalkarsanız yanık tadı geliyor, cezalandırıyor bir nevi sizi. Beş dakika sonra gelecek otobüsle, başlayacak dersle ya da toplantıyla ilginizi kesmenizi istiyor, o anda onunla beraber olmaya zorluyor sizi. Bu sebeple bir yüksek kültür ürünü puro, rafine bir zevk. Tabii ki sigarayı da keyfini çıkara çıkara esiri olmadan içmek de kabul edilebilir bir örnek oluştururdu ama akılda kalıcılığı artırmak adına kontrastı biraz abartmak istedim. Aslında sallama çay, demleme çay örneği de aynı amaca hizmet ederdi ama içicisi olmamama rağmen nedense puro örneği daha çok hoşuma gidiyor. 

Peki nereye varmaya çalışıyorum? Sanırım süratlendikçe denizin bizi derinlerinde kabul etmemesine, hızlandıkça etrafta gördüğümüz her şeyin flulaşıp netliğini ve manasını yitirmesine, giden bir arabanın camından kafamızı çıkardığımızda ağzımıza burnumuza giren onca havaya rağmen nefes alamamamıza varmaya çalışıyorum. 

 Günümüz dünyasında hayat da sigara içmek gibi aceleye getirilen bir deneyim. Bu telaş yaşamın bugünkü halinin bir gereği mi yoksa ona karşı işlenen bir günah mı? Şahsen şartların; kapitalizmin, tüketim toplumunun gerekliliklerinin, çeşitliliğin ve benzeri koşulların bizi buraya sürüklediğini görüp kabul etmekle beraber ikinci seçeneğe daha yakın hissediyorum şu sıralar. Ne yazık ki bahsettiğimiz bu zorunlu değersizleştirme alışkanlığından yalnız nesneler değil, insanlar da ziyadesiyle nasiplerini alıyorlar. Bu noktada beynimizin önceliklerini iyi yansıttığını düşündüğüm, enerji tasarrufuyla alakalı bir anekdot paylaşmak istiyorum. 

Hiç gözünüzün önünde, masada duran anahtarınızı dakikalarca arayıp bulamadığınız oldu mu? Bu fenomenin açıklamasına geçmeden önce şunu belirtmeliyim ki gün içinde beynimize ulaşan duyumlarımızın yaklaşık yüzde altmışını görsel girdiler oluşturur. Harcadığımız enerjinin yaklaşık dörtte birinden de yalnızca beynimizin sorumlu olduğunu eklediğimizde görsel verilerin bizim için ne kadar maliyetli olduğuna dair bir fikir edinmiş oluruz. Bu ilginç durumun açıklamasına gelirsek, zihnimiz devamlı olarak enerji sarf etmemek adına alışık olduğumuz, çok iyi bildiğimiz mekânlardayken sürekli yeni görüntü sağlamaktansa bize bazen düne ait bazen daha da eski bir fotoğrafı gösterebiliyor. Bu nedenle de beynimiz konfor alanında hissettiği müddetçe önümüzde duran nesneyi görmemize engel olabiliyor. Ne zaman ki telaşlanıyoruz ve zihnimiz durumun aciliyetinin farkına varıyor, o zaman bir nevi tasarruf halinden çıkıyor ve taze görüntü sunuyor. Böylece önümüzdeki görünmez anahtar bize görünür kılınmış oluyor. Tıpkı bu örnekteki anahtarı görmemek gibi bunca insanın arasında da onları görmezden gelme, minimum derinlikte depolama ve varsayma eğilimine kapılırız. Özellikle son dönem metropollerinde, bu kadar dar yaşam alanlarında bu denli fazla insan arasında yaşamak ve her gün binlercesine maruz kalmak kaçınılmaz olarak ona yönelik bakışımızı etkiliyor. Bu tespitte şaşırılacak pek bir şey yok fakat burada gözden kaçabileceğini düşündüğüm önemli bir ayrım var; görmezden gelip basite indirgeme eyleminin nesnesinin, eylemin öznesi gibi, bir insan olduğu gerçeği. Yani kişi bu noktada ilk kez kendinden olanı, ben olarak algıladığı yegâne varlığı da yüzeyselleştirme, nesneleştirme yoluna gidiyor. Kendi zihninin karmaşıklığına, duygu ve düşüncelerinin çok katmanlılığına, düşlerinin derinliğine birinci elden tanık olan kişinin kendinden olana böyle bir muameleyi uygun görmesi olanaksız gibi gözükse de hayat bize bunun pek de imkânsız olmadığını her gün tekrar tekrar ispatlıyor. Bizler de herkesin, diğeri için bir başkası olmaktan öteye geçemediği bir noktaya sürükleniyoruz. Bu durumun, beynimizin yaptığı bu tasarrufun, bazı sonuçları var tabii. Bunlara insanı nesneleştirmenin bedelleri de diyebiliriz. Kanaatimce bu bedellerden ödemesi en ağır olanı kişinin basite indirgeme alışkanlığının zorunlu olarak kendi kimliğinde yankı bulması. Kişinin biricik olduğundan habersiz bir şekilde toplumun onu görmek istediği şekliyle var olmayı sürdürmesi olarak da kısaca özetlenebilir. Bu noktada kimlik kavramına biraz değinmenin aradaki bağlantıları daha anlaşılır kılmak adına yardımcı olacağını düşünüyorum.

İlk olarak kimlik ya da benlik aslında kişinin tuğlalarını yalnız başına ördüğü bir yapı değil. Yani demek istediğim çevresinden bağımsız, kopuk bir benin veya bir iradenin varlığı mümkün değil. İkinci olarak da kimlik inşası belli bir zamanda tamamlanıp kenara koyulabilen bir mesele olmadığından sürekli yenilenen, sürekli kabuk değiştiren dinamik bir yapıntı olduğundan izole ve saklı bir biçimde korunamaz ve çevresinden gelecek etkilere karşı açıktır. Kimlik inşası o denli tamamlanamaz ve ileriye, henüz olmayana dönüktür ki başından çok benzer olaylar geçmiş olmasına rağmen geleceğe dair hedefleri değişiklik gösteren iki kişinin kimlikleri idealist, faydacı, iyimser, karamsar gibi kavramlarla ayrışabilir. Hayattaki hedef ve gayelerimizde de diğer insanların rolü olduğu gerçeğini yadsıyamayacağımıza göre benlik inşası aslında tek kişilik değil, sanılanın aksine çok kişilik bir etkinliktir. “Zira kişinin kimliği aslında kendisini nasıl görüp tanımladığı ile toplumun, fikirlerine değer verdiği insanların o kişi hakkındaki görüşleri ve onu nasıl konumlandırdıkları arasındaki bir uzlaşıdan ibarettir.” Dolayısıyla kişinin diğer insanları basite indirgediği şekilde kişi de diğerleri tarafından aynı koşullar dolayısıyla ne denli nesneleştirilir ne denli yüzeyselleştirilir ise kendi kişiliğini derinlikli kılması da o denli zorlaşacak demektir. Bu da benim bu konuyu dert edinme sebeplerimin başında geliyor. Kişinin kimliğini derinlikli kılamaması demek kendi biricikliğini keşfedememesi, sıradanlaşması, kendisini yalnızca yaşadığı topluluğun üyelerinin bir ortalaması olarak görmesi demektir. Bir karar alırken aslında bunu isteyenin siz olduğunuzdan emin olmadan yaptığınız tercihleri aklınıza getirebilirsiniz. Bu bakış açısı bizi bireye özgü olanı yok sayan salt istatistiki ve sayısal bir ben yaratısına götürür. Peki bu neden bir sorun olsun ki? Çünkü kişi hislerini, derinlerde yatan ve ulaşılması görece daha güç arzularını göz ardı ettiği takdirde diğerleri tarafından başarılı addedilebilecek işlere imza atmış olsa dahi tatmin olamaz ve kendini gerçekleştirmiş sayılmaz. Çünkü kendini gerçekleştirmek son derece bireye ait ve biricik bir yolculuktur. Öyle olmasaydı “insanı gerçekleştirmek” derdik. Ben buradaki “kendini”yi, yani öz’ü, biricikliğe bir gönderme olarak algılıyorum.

 Mevzubahis tehlikeler aşağı yukarı tüm bireyler için geçerli olduğundan oturulup üzerine düşünülmediğinde, bu yüzeysellik zinciri kırılamadığında, bireylerin birbirlerine daha çok benzeşmesi, sıradanlaşması ve kişilerin, toplumun beklentileri paralelinde belli başlı bazı kalıplara sıkışması tehlikesi baş gösterir. Bu da bizi genel anlamda aklı başında herhangi bir birey tarafından arzu edilmeyecek bir tek tipleşmeye, sıkıcılığa ve en önemlisi kimsenin yaşadığı hayattan tatmin ve geçirdiği ömürden razı olmadığı, olamadığı bir dünya tasvirine götürür. Bu sebepledir ki derin deryalarda boğularak edilen veda, sığ sularda sürülen ömre yeğdir.


Alpay Y. (2021), Değişmez Öz’ün, Değişken Performansa Yenilmesi: Kimlik, Ot Dergi, (96), 17.
Küçükafacan İ. (2021), Kendine Yabancı: Kapsamak Ne Demek?, Zümrüdüanka Dergisi, (36).
Richardson M.W., (2019, Şubat), How Much Energy Does the Brain Use?, BrainFacts/SfN.

 



Paylaşmak Güzeldir:

Oğuzhan Akbaş
Oğuzhan Akbaş
Boğaziçi Üniversitesinde Endüstri Mühendisliği öğrencisi. Kendisini olabildiğince çeşitli konuda donatmakla ilgileniyor. Sohbet etmekten, gülmekten, eleştirmekten, tartışma çıkarmaktan hoşlanıyor. Yazarak güncel zihin dünyasının kaydını tutma gayreti ileride buraların değerleneceğine olan inancından.