1:
Bir bahar rüzgarıyla uyandı. Rüzgâr, eski rüzgârdı, bahar da eski bahardı olmasına ama ruhunda yarattığı akisler çok başkaydı. Önceden, çok önceden bahar denildiğinde aklına Kâğıthane gelirdi, sazlı sözlü eğlenceler gelirdi. O günleri düşündü, tatlı hatıraların ağızda bıraktığı o tat dalga dalga yayıldı içinde. Salona baktı, evet işte, burada bitirilmemiş bir tablo duruyordu. Sahi neydi bunun adı? Şangaylı Kızların Ağıtı diye kalmıştı aklında, peki neden Şangay diye düşündü. Aldırmamaya karar verdi, zamanın birinde adamın biri düşünmüş böyle bir şey koymuştu işte, zaten bitirilememiş bir tablo kimin umurunda olurdu ki? Tablonun yanında bir sürü müsvedde kâğıdı vardı, kim bilir en son ne zaman yazı yazılmıştı. Oysa, bu evdeki herkes ne çok severdi yazmayı, böylelikle ölümsüz olacaklarını, zihinlerini tüm dünyayla veya daha mütevazı olmak gerekirse tüm okuyucularla paylaşacaklarını sanırlardı. Ama siz yine de onların yazma alışkanlıklarını sadece bununla sınırlı sanmayın hiç, insanlara anlatamadıklarını da yazarlardı sık sık. Ağızlarından hiç düşürmedikleri bir mottoları bile vardı: “Kağıtlar dostlardan sabırlı.”
Ne büyük insanlar geçmişti bu odalardan ne büyük kavgalar verilmişti. Yalnız onlar değil, Ne büyük! kalıbını kullanan bile pek kimse kalmamıştı. Yakınlarını kaybeden insanların hırsıyla düşündü hayatına devam eden mutlu insanları, onları bu ölüm uykusundan uyandırmak istedi. Onca insan ölmüş, onca alışkanlık terk edilmişti, ne hakları vardı böyle dolaşmaya, hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye?
Bir anda irkildi, gerçekten o kadar güzel miydi şu geçmiş? Sahiden mutlu muydu geçmişte? Çocukların sokakları terk etmesinden yakınıyordu mesela, onlar sokakta oynarlarken gürültü yaptıkları için, cam kırdıkları için kendinden geçe geçe sinirlenmemiş miydi, türlü küfürler, beddualar savurmamış mıydı? Her şeyden şüphe eden insanlar gibi döktü heybesindeki her şeyi, tek tek düşündü geçmişin ona nasıl hissettirdiğini. Saatler geçmiş hava kararmıştı, artık rüzgâr esmiyordu, hava soğumuş olanca ıslaklığıyla yağacak yağmuru hissettiriyordu.
Aklına gelen kelimeleri doğru sıraya dizmeye çalışarak kafiyeli bir sözler bütünü oluşturdu. Hiç durmadan saatlerce bir derviş zikri gibi tekrar etti:
Yorgunum her şeyin ardındaki nedenlerden
İzin ver koşayım bunaldım kelepçelerden
Son kalp ağrısı da dindikten sonra kararını vermişti. Hiçbir şey geçmişte daha iyi değildi, hayatı boyunca sadece bulunduğu anla kavga etmiş başka zamanlarda genellikle de geçmişte yaşamıştı. Bütün bütün harcamıştı ömür denen sermayesini kendi içinden başka her yere seyahat ederek. Hiç kırgınmış gibi bakmadı geçmişine. Bugüne kadar biriken kap anca bugün dolmuştu. Tanrı duasını kabul etmiş, onu kelepçelerinden kurtarmıştı. Her şeyi olduğu gibi kabul edebilenlere has bir dinginlik duydu. Dışarıyı izlerken üstüne bir kelebek kondu. Anladım, dedi, anladım hazırım ne zaman istiyorsanız gelirim. Sonra bir yıldırım sesi duydu, kendisi bilmiyor ya en son duyduğu ses bu oldu.
2:
Fahir öldükten sonra kızı Nihal ve oğlu Nâzım, bir türlü ayarlayamadıkları programlarından bir fırsat bulup babalarının eski eşyalarını kendi çocukluklarının da geçtiği yazlığa getirmek üzere yola çıktılar. Ezbere bildikleri yolları takip eden iki kardeş eve vardıklarında gözlerine inanamadı. Ev tamamıyla yanmıştı. Geriye kül, toz ve bazı eşyaların kararmış demirleri kalmıştı. Oynadıkları oyunlar ve ilk gençlik hatıraları iki kardeşin gözünün önünden titreşen dalgaların berraklığıyla aktı. Yarım kalmış hatıraların, bitirilemeyen eserlerin burukluklarını hissettiler içlerinde. Birbirlerine sarıldılar, ağladılar bir süre. Daha sonra sudan sebeplerle küstükleri dostlarını kaybedenlerin pişmanlığıyla bir insan aramaya koyuldular eve olanları sormak için. Yürüyerek bir köye geldiler, çeşmenin başında su içen bir çocuğa yaklaştılar. Çeşmenin üstündeki aynadan çocuğun yüzünü gördüler. Nihal çocuğu babasının küçüklük fotoğraflarına benzetti. Hayret! Herkes ne kadar aynıydı ve her şey bir o kadar da farklı. Çocuk evin bir sene önce Mart 9’unda yandığını, sahibini aradıklarını ama telefonu kimsenin açmadığını anlattı. Bu Fahir’in ölüm günüydü yani yeni takvimle 22 Mart! Fahir ölünce evi de yanmıştı işte. Eve geri döndüler, Nâzım “Babam içinde yokken yanması ne büyük şans. Cana geleceğine mala gelsin.” dedi. Nihal kafasını iki yana sallayarak “Kim bilir belki de hepimizden daha çok yaşamıştır bu ağaç ev.” diye karşılık verdi. Nâzım’ın hala anlamadığını gören Nihal, onun isminin kaynağı olan Nâzım’ın dizelerini değiştirerek açıklamaya koyuldu:
O bir ceviz ağacıydı babamın koynunda,
Ne biz onun farkındaydık, ne de babam farkında.