Uyandığında daha güneş doğmamıştı. Yataktan çok da çıkmak istemedi ama uyuyamayacağını da biliyordu. En son ne zaman bıkana kadar uyuduğunu hatırlamıyordu. Çok da üstüne düşünmedi, diğer alışkanlıklarından herhangi biriydi işte. Yataktan çıkıp kahve yaptı, dolabın kapağını açtı ve onca şeye rağmen yine canı hiçbir şey istemedi. Aslında sanki canı bir şey çekiyor olabilirdi ama onun da o dolapta olmadığına emindi. Avokadosu vardı, badem sütü de tam kapakta duruyordu. Ne kadar hevesle almıştı oysaki. Muhtemelen “Yarın daha sağlıklı besleneceğim, spora başlayacağım, hayatımı düzene sokacağım.” sloganlarından birine yenik düştüğü bir gün olmalıydı. O da çok iyi biliyordu ki yarın aslında her zaman onun dünlerinin pençesinden çıkamayan küçük, şeker yalan kutusuydu. Duymak istediklerini atıp istemediklerini kapatabildiği bir kutu. Bir an durdu, buraya nerden geldim deyip açık buzdolabına tekrardan baktı. Aman ve neyselerin arasında kahvesine dönerken mutfağın karşısındaki aynaya takıldı gözü, saçı başı çok dağınıktı. Sonra saate baktı ve yine zamanın ne kadar hızlı aktığını fark etti, koşturmaya başladı. Önce kahvesini aldı ve odasına geçti. Sonrasında ise küçük bir muz attı ağzına hızlıca. Bozuk tatlara alışıktı nasıl olsa, kahveyle uyumunu, hiç dert etmedi. Bir yandan da aceleyle saçını bir kere taradı ve yeter, iyi işte, dedi. Dolabını açtı, gözüne ilk çarpan pantolonu eline aldı ve ona uyar ya da her şeye uyar diye siyah balıkçı yaka kazağını giydi. Çantası hazırdı. Çok hevesli olduğundan değil de hiç çıkarmaya gerek duymadığındandı. Hava yavaşça aydınlanmıştı. Çok vakti yoktu, herhalde 5 ya da 10 dakika. Ama durup o kızıllığı izlemek istedi. Saate baktı, 06.43. Kendine bir dakika verdi. 44 geçe çıkacaktı evden. Cama yaklaştı, kalorifer sıcaktı. Biraz ısındı, biraz seyretti, hatta arada camdaki yansımasına bile bakmış olabilirdi. Tekrar saate baktı, artık 44 geçiyordu. Çıkabilirdi. Daha fazlası için ne zamanı ne de hevesi vardı. Kendini iyi hissettirecek bu bir dakika yeterince fazlaydı bile.
Hava soğuktu, neyse ki montu kalın ve iyiydi. Çok üşürdü, hep tahlilleri iyi çıkardı ama bir türlü ısınamazdı. Tam da bu yüzden iyi bir mont için bu sefer kıymıştı paraya. Otobüs durağına doğru yürümeye başladı. Yolda bir tek işe giden insanlar ve okula giden çocuklar vardı. Çocuklar bu saatte uyuyor olmalı diye geçirdi aklından. Sonra çöpün üstünde bir kedi, altında da bir köpek gördü. Temiz ve tok olmalıydılar diye geçirdi aklından ve sonra pervasızca herkes gibi geçip gitti oradan. Otobüsü geldi, içi boştu. En sevdiği koltuğa oturdu, en sevdiği müziği açtı, yol üzerindeki tek yeşil şey olan ve hala nasıl orada var olduğuna inanamadığı söğüt ağacına gülümsedi. Ardından kafasını yola çevirip çizgileri takip etmeye devam etti.
İşini seviyordu. En azından kapıdan girerken gülümseyecek kadar seviyordu. Maaşı iyiydi, patronu iyiydi, çalışma arkadaşları güler yüzlüydü. Bütün bunlara bakınca hüznünü ve öfkesini kapıdaki vestiyere asabileceğini düşünmüştü işe girerken. Şimdi de tam olarak bunu yapmaya devam etti. Gülümsedi. Bir adım attı. Paltosunu çıkardı, astı ve “Günaydın!”lı neşe dolu bir giriş yaptı. Herkes mutfaktaydı. Serap bitki çayına, Neriman Türk kahvesine, Efe çayına, kendisi de fırsatı olsa birasına ama olmadığı için suyuna doğru yöneldi. Herkes her zamanki gibi konuşmaya ve sohbet etmeye girişti. O da buna dahil oldu. Tüm gün kitaplardan, iş için gelen e-postlardan ve hafta sonu neler yapacaklarından konuşup durdular. Bazen duraksadı ve konuşacaklarını unuttuğu anlar oldu ama sonra toparladı kendini. Neden olduğunu bilmediği bu hafıza sorunlarına bir türlü bir karşılık bulamamıştı. Doktora gitmek istemiyordu. Artık nedensiz acılardan ve sorunlardan bıkmıştı. Daha da kötüsü terapistine de gitmek istemiyordu çünkü nedenleri bulmaktan da çok yorulmuştu. Kafasındaki sis bulutunu dağıtıp yazacağı teklife odaklandı. Saate baktı, saat 16.45. Kendine 10 dakika verdi. Son beş dakikayı da hazırlanmak için ayırdı. Yine hiç şaşırmadan işlerini tam vaktinde bitirdi. Beş dakikada hazırlandı. Sevdiği insanlara, masasındaki çiçeğine gülümsedi. Askıdan paltosunu aldı ve hüznünü, öfkesini yeniden giydi. Otobüs durağına yürüdü. Şimdi sabaha göre çok kalabalıktı. Onun için bu kadar insan çok fazlaydı. Durmak için yavaşlarken otobüsün içine göz gezdirdi. O tanımamış olmayı dilediği yüzü aradı. Yoktu galiba, sakinliğini koruyarak içeri girdi, kartını bastı. Bu sefer oturamadı, ayakta yolculuk yaptı. Bulabildiği tek köşeye geçti. Kendini insanlardan saklamak ister gibi çantasını kucağına çekti. Hiç kimseyi tanımıyordu ama birçoğundan nefret ediyordu. Kendine ne kadar kızsa da sanki şekersiz çay içemez gibi nefretsiz bakamıyordu insanların yüzlerine. Sonra cama dönüp dışarıyı seyretmek istedi ama güvende hissedemedi. Nihayet durağa geldi ve indi. Geçmeyen bir saat daha bitmişti. Gerçekten bir saat miydi yoksa 20 dakika da bir saat gibi mi geliyordu hiç emin olamamıştı zaten. Eve girdi. Işıkları açtı. Telefonuna baktı. Annesi aramıştı. Sonra ararım, dedi ve vazgeçti. Buzdolabını açtı. Yine aradığını bulamayıp kapattı. Birkaç zeytin ve bir ekmek arası gayet yeterliydi. Instagrama baktı, bir iki bölüm Friends izledi. Bir kahve yaptı, bu sefer bol sütlü içti. Zaten az uyuyordu, olanı da kaçırmak istemiyordu. Yapacaklarını yaptıktan sonra yatağına girdi. Yukarıya baktı, birden kalbi çarptı, sonra kalktı ve derin birkaç nefes aldı. Bir bardak su içti. Olur böyle, iyisin, diyerek kendini telkin etti. Tekrar yattı. Biraz ağladı. Hatırlamak istemedi, sadece uyumak istedi. Gözyaşlarını silmedi, silmeyi çoktan bırakmıştı. Aynı rüyayı görmek istemedi, gördü.
Ve uyandı, daha güneş doğmamıştı.