Konuk Yazar: Hilal Kahraman.
Dönem dönem cezalandırılan dönem dönem şeref kriterine dönen intihar konusunda içinden çıkılamayan etik tartışmalar dönmekte. Yüzyıllardır yaşamı anlamaya çalışan insanoğlu haliyle ölüm üzerine de düşünüyor ve bu iki durumu kıyasladığı sorgulamalarla bir sonuç elde etme gayesi güdüyor. Herkesin yaşamı anlamlandırması ve kendisi için oluşturduğu amaç farklı olduğu için intihar dediğimiz ölüm seçimi konusunda da ortak bir kanıda buluşulamıyor olması doğal. Fakat varış noktası aynı olmasa da bu ünlü filozoflarımız ya da çevremizde düşüncelerine saygı duyduğumuz insanların birkaç ortak noktası var. Fark edilen noktalar şunlar ki bu insanlar incelemelerini her defasında intihar etmemenin insani sebeplerine yahut intihar etmenin çelişkilerine dokunarak hayatta kalmak gerektiğine bağlıyorlar. Örneğin Schopenhauer intiharın bir tecrübe olduğunu ama intihar etmenin bu tecrübeyi algılayacak bilinci ortadan kaldırdığını söyleyerek intiharın kendi içinde amacına aykırı bir eylem olduğundan bahseder. Her ne kadar karamsar ve ‘acı’ kelimesine odaklı bir düşünür de olsa intihar etme eylemini çürüterek kendisini öldürmemiş ve yaşamına devam etmiştir diye düşünülebilir. Açıkça kendi yorumumu belirtecek olursam bu konuda en hayranlık duyulası tutuma Camus’nün sahip olduğunu düşünüyorum. Kendisi hem yaşamı hem ölümü anlamsızlaştırmış, topluma yabancı hisseden ve absürt bir filozof. Yazmış olduğu ilk kitaplardan birinde ölmek istememenin yaşam kıskançlığından kaynaklandığını söylüyor. Ona göre birileri hala güzel çiçekler koklayıp güzel kadınlarla birlikte olurken o yalnızca ölmüş olacak. Kalanların yaşayacağı güzellikleri kıskandığımız için ölmekten vazgeçtiğimizi ifade ettiği noktada özümüzdeki bencilliği hatırlayarak çok hak vermiştim. Ölmeyişimiz bile, her ne kadar kendimizi daha derin birçok başka sebeple kandırsak da, başkalarına bağlı. Bu saptama elbette onu tamamen yaşamaya bağlayacak değildi ki zaten içinden çıkamadığı yabancılık hissiyle beraber hayatı içinde sosyal ölüm yaşıyordu. Bu bir çoğumuza tanıdık gelen bir nokta olsa gerek. Bildiğiniz üzere bir araba kazasında ölebileceğinden bahsettiği ifadeleri olan düşünürümüz gerçekten bir trafik kazasıyla yaşamını yitiriyor. Gidişi de düşüncelerine ve imaj yönetimine yakışır olan düşünür benim için intiharıyla ölümsüzleşiyor. Yanlış anlaşılmasın bu bir intihar mı kaza mı hala bilinmiyor, fakat onu ölümsüz kılan şey de geriye yüzyıllarca tartışılacak bir iz bırakmış olması değilse ne?
Bu iki önemli insan üzerinde verdiğim örneklerdeki farklara dokunmak istiyorum. Camus yakışıklı ve zeki bir beyefendi olarak pek çok erkeğin yaşamak istediği hazlara kolayca erişmiş ve kendisi için dünyevi zevklere ulaşmanın zor olmadığı bir yaşam geçirmiştir. Herkes onu dışarıdan ışığa sahip ve havalı biri olarak görürken o içine saklanmış. İnsanlar onun böyle olmasını istemiş ve o da böyle olmuş gibi bir izlenime sahibim. Anlaşılamamış ve bu beraberinde soyutlanmayı getirmiş. Schopenhauer ise haz kelimesini bile acının olmayışı şeklinde açıklayacak kadar kara düşünceleriyle insanı yorması beklenen bir benliğe sahip. Her yazısına umut bulamayacağımızı bilerek başladığımız bu düşünürü Camus’den farklı kılan şeyin tüm fikirlerini gerçekten anlatabilmiş olması olabileceğini düşünürüm hep. İnsanlar onun haz yok derken ne demek istediğini anlamıştı, onlar anladıkça o anlattı. Camus ise bekleneni verdiği kendisiyle ve 20. yüzyıl insanının yabancılaşmasını anlattığı kitabı ile viral olsa da istediği gibi anlaşıldığına inanmadı. Anlattıklarının, insanları tam olarak besleyecek şekilde sistem içinde yer bulamaması da bu düşüncelerin samimi bir karşılığının olamayacağına işaret ediyor. İnsanların amaca sahip olmasının onları özünde mutlu edeceğini söyler fakat yaşadığımız dünyada yalnızca amaca ulaşanlar normlara göre başarılı ve mutlu görünür. İç huzur ve bireysel tatmin biriyle selamlaşana kadar sürer.
Gördüğümüz sonlar biri için, yaşarken planladığı cenaze töreni ile defnedilmesi iken diğeri için nasıl olduğunu hala bilmediğimiz bir gidişte bulunması oluyor. Sessiz çığlık olarak adlandırmak istediğim intihar aslında bireysel bir karardan ziyade toplum içindeki ‘ben’ ile alakalı. Bu ‘ben’ ne kadar toplumdansa o kadar toplumda kalır. Günün sonunda her benlik anlaşıldığı için yaşar. Tutunamayanlarsa son kartlarını oynayarak dertlerini bir elvedaya sığdırır.