“Dökülüyor. Yerlere dökülüyor kelimelerim. Yürüdükçe zihnimden kopup kopup arkamda bir çizgi çiziyorlar. Eskiden geçtiğim, baktığım, kokladığım yerlere zihnimin imzasını atardım. Artık hayal ettiğim ve edebildiğim yerler kadar özgürüm. Kelimelerimden başka neyim var diye soruyorum kendime ne zamandır. Ya da belki kelimeler kalıyor, ben dökülüyorumdur. Sonuçta bu tamamen hikâyeye kim olarak baktığımla alakalı.”
Buraya kadar “ben” kavramına aitlik noktasında gönderme yapan tam 17 kelime kullanıldı. Şimdi bir de şöyle okuyalım:
“Dökülüyor. Yerlere dökülüyor kelimeler. Yürüdükçe zihinden kopup kopup arkada bir çizgi çiziyorlar. Eskiden geçilen, bakılan, koklanılan yerlere zihnin imzası atılırdı. Artık hayal edilen ve edilebilen yerler kadar özgürlük var. Kelimelerden başka sahip olunan ne var diye sorgulanıyor ne zamandır. Ya da belki kelimeler kalıyor, benlik dökülüyordur. Sonuçta bu tamamen hikâyeye kim olarak bakıldığıyla alakalı.”
İyelik olmaksızın tüm his bizden uzaklaştı değil mi, yaşamak yerine izlemeye başladık. Hissettiğimiz, 1. tekile ait iyelik ekinin büyüsü. Ama derdim tam olarak da onunla. Sahiplik veyahut iyelik ile takıştık. Çünkü birkaç aydır dertli olduğum üzere; ne ben“im” ne değil yakından bakınca belirsizleşiyor, sahipliklerimiz sürekli değil. İşin sıkıntılı yanı, var oldukları sürece süreklilik hissi vermeleri.
Size meydan savaşımızı anlatmadan kendisinin nesnel bir tanımını sunmak isterim. TDK’ye göre:
iyelik, -ği (isim)
Sahiplik.
iyelik eki (isim, dil bilgisi)
Ad soylu kelimeye eklenerek kime veya neye ait olduğunu bildiren ek:
ad-ım, ad-ın, ad-ı, ad-ımız, adı-ınız, ad-ları.
Düşününce birçok sahiplikle doğduk ve birçoğu ile yaşamaya devam ediyoruz: ismimiz, yaşımız, ailemiz/akrabalarımız, evimiz, eşyalarımız, okulumuz, belki arkadaşlarımız ve hatta en temelinden dünyaya dair düşüncelerimiz… Ben kendi adıma, her bir iyelik eki kullanımında zihinsel olarak sıçrıyorum; ürküp biraz daha zihnimin içine sokuluyorum. Bazı konular hariç “-im” demek o kadar zor ki. Listesini çıkarmaya çalıştığımda “kitaplarım, zamanım” ve “yaptıklarım” dışında herhangi bir olguya veya şeye aitlik atamak cidden elime koluma yapışan ve daraltıcı bir konu. “Düşüncelerim” ve “kelimelerim” konusunda bile araftayım, bazen içselleştirip bazen yabancılaşıyorum.
Genel olarak aitlik bizi gerçek kılar, sahip olduklarımızdan ibaretmişiz gibi bir yanılgının içine düşeriz. Bizi var eden bu liste, fiziksel özelliklerimizden sahip olduğumuz eşyalara kadar geniş aslında. “Benim …” leri çıkarınca geriye bir şey kalıyor mu? Sanki sahip oldukça gerçek oluyor, yaşayabiliyoruz. İlk kısımdaki örneğimizde de iyelik ile “izlemek”ten “hissetmek”e geçiş yapabiliyoruz gibi görünüyor ama her zaman bu böyle mi? Geceleri tavana bakarak soruyorum: “Ben’im ne demek? Bir şey, olgu, olay, kişi nasıl birinin olabilir? Birinin olmak ne demek?”
Bazı sahiplikler o kadar farklı ki: Ne zaman bana arkasını dönse elimi uzatır, ona bir an dokunmak isterdim, ama sırt kemikleri dokunulamayacak kadar keskin bazılarının[2]. Bu seride kendimize yabancılıklarımız, sahipliklerimiz ve hak edişlerini mevzubahis etmek istiyorum. Her bir sorgu da hayatımdan bir alıntıyla başlayacak, bu da benim “an” adağım olacak. Bu ayın sahiplik sorunsalı: Kelimeler.
“Sus, konuşma. Biliyorum, biliyorum gerçek değildi, kandırdım. Beni bilmez misin, kendimle konuşur dururum ben, kelimelerim kadarım. Aldırma bana ama sen sus lütfen. Birimiz kandırmadan yaşasın. Ben senin kadar güçlü değilim, sen sus.”
Sözcükleri kullanmakla, çevremizdeki şeylere sahip oluruz[3]. Yaşadıklarımızı, deneyimlerimizi kelimelerin yapay dünyasına sıkıştırırken ne kadar çok şeyin içini boşalttığımızı hiç fark ettiniz mi? Yaşanılanların iyelikleri ile düşünür, onlar ile konuşur ve kelimelerimizi de onlarla seçeriz. Hatta iyeliği, kelimelerden yola çıkarak seçtiğimiz de söylenebilir. Kelimeler ve sahip olduğumuz “an”ların iyeliğine biraz daha yakından bakalım.
Her bir bireyin hayata dair deneyimi farklı ise ve her andaki deneyimimiz de eşsiz ise bunları tanımlamak için kullandığımız kelime haznesinin küçüklüğü şaşırtıcıdır. Böyle düşününce buradaki noksanlığın absürtlüğü gün yüzüne çıkar. Sevmenin 11.985.303 şeklini deneyimlemiş olabiliriz ama o kadar az kelimemiz var ki hepsine “sevmek” diyoruz. Kategorileştirdikçe basitleştiriyor ve hızlı tüketim ürünleri misali çabucak satışa hazır hale getirebiliyoruz. Kategorileştirmenin kötü yanı, birbirinden zamanında ince noktalarla farklılaşan yaşanmışlıkların diğerlerinden neden farklı olduğunu artık ayırt edemeyişimiz oluyor. Nafile bir şekilde yapmamayı denesek de, bu kelimelerle düşünme hastalığı yüzünden kategoriler yaratıp içlerini dolduruyoruz. Bu nedenle, ne kadar denenirse denensin yaşadıklarımızı gerçekten kelimelere dökemeyeceğimizi düşünüyorum. Döktüğümüzü sandıklarımızın ise siluet misali soluk kalacağına. Çünkü bir kere zihnen kategoriye sokup etiketledikten sonra saf anı veya yaşanmışlığa erişim kesilir. Çünkü o andan sonra kelimeler ile hatırlar, kelimeler ile deneyimlemeye başlarız. Başka türlü düşünmek mümkün değildir artık. Çok olağanüstü bir olayı birine anlattığımızda artık eskisi kadar olağanüstü gelmemesinin sebebi budur. Sahipliğimiz olayın kendisinden, onu anlattığımız kelimelere kayar. Artık olay ilk halinde değil, bizim anlattığımız kadarıyla vardır.
Çünkü, konuşulan söz totaliterdir. Buyurur. Sahiplenir. Öteki sözleri dışarıda bırakır.[4] Artık yaşanılan o ana değil, o anın soluk ve çarpık yansıması olan sözcüklere sahibizdir. Sınırlarını belirlemek ve karşı tarafa anlatabilmek için eşsiz bir parçanın fedasıdır söz konusu olan. Dışarıdaki gerçek dünyaya uydurmak için keser, biçeriz. Anlatmak için, anlatmaya değer bulduğumuz o parçayı yok ederiz. Düşününce, yaşadığımız dünyayı sözcüklerle çizip sınırlarız da. Bu şekilde, kendi sözcüklerimizin sınırlarının içine sıkışmış tutsaklardan farksız hale geliriz.
Sessizlik bu yüzden asil, sessizlik bu yüzden kutsal. Kelimelerin çarpıttığı hissi/yaşanmışlığı içinde yankılatabileceğimiz sonsuz boyutlu bir düzlem gibi. Anlara dair sahipliğimizi değiş tokuş etmemizi de talep etmiyor, tam tersine sessizlikte daha çok şey izleyebiliyoruz. Kelimelerin aldatıcı gerçekliğinden uzakta, “gerçekten yaşananı” zor da olsa kabullenebileceğimiz bir boşluk.
Sustuğumuzda, kendimize bile sustuğumuzda ve kelimelerin iyeliğinden vazgeçtiğimizde o anın/deneyimin/hissin sahipliği gerçek hale gelir. Anlatmaya çabalamadıkça “an”a sahip oluruz, kelimelere sıkıştırmadıkça, kategorilere ayırmadıkça, dışarıya uydurmaya çalışmadıkça, kabullendikçe. Kelimelerin hak edişi; anlatmaya çalıştığımız kutsal anlarımız, anılarımızdır ya da tam tersi. Yani kelimeler benimse, anlattığım benim değil. Anlatmak istediğim benim ise, kelimelerim yok.
Bu nedenle neyi anlattığımıza, neyi kelimelerle lanetlediğimize dikkat etmek önemli. Kelimelerin otoritesi altına alınarak yok olacak “an”ı kaybetmeyi göze alamıyorsak onu susmak en mantıklısı. Böylece her şey bizim bireysel evrenimizde, bizi mutlu ve memnun edecek şekilde kalır. Dışarıdaki dünya tarafından işlenmez, susturulmaz, soldurulmaz ve grileştirilmez. Yani kelimelere dökmediğim sürece “an” hakkında sürekli bir sahipliğim var, o şeyin hissi tamamen bana ait. Söz konusu kelimelerle anlatmak olunca daha az görüyor, kokluyor, tadıyor, hissediyor ve duyuyoruz. Kelimeler olmadan; “an”lar dış gerçeklik tarafından işlenip asıllarını kaybetmiyor, biz de onları kategorleştirip farksızlaştıramıyoruz.
O zaman hayatımızda hep sahip olduğumuz “an”lar aslında kimsenin haberi olmayan, kimse tarafından (ve hatta ben tarafından bile) anlatılıp şekillendirilemeyenler demek abartı olmayacaktır. Hayat bir balık ağı ise onu anlamlı kılan sustuklarımız, boşluklarıdır. Aslında düşününce; hayatımız boyunca “an”a sahip olmak adına yapacağımız dalışlarda, nefessiz kalacağımız kelimeler kadarına sahibiz. Paradoksun da böylesi! Susmak için anlatabilmek, doğrusunu anlatabilmek için ise susmak gerek. Hislerin sahibi olmak için susmak, susabilmek için hissedebilmek gerek. Yaşadıklarıma, “an”lara sahip olmak adına kelimelerimi feda etmek zorundayım. Kelimelerim içinse hislerimi ve hatta hissedebileceklerimi. Sustuklarımı duyuyor musunuz?
“Dediğin gibi olsun, susuyorum ama sana susuyorum. Sen kelimelerin kadarsan ben de sustuklarım kadarım. Sustuklarım kadar yaşadıklarımızın gürültüsü… Beni kelimelerimden değil, sustuklarımdan yakala. İçim renk bulamacı, susmak gerek, daha çok susmak gerek, susmayı bağırmak gerek. Çünkü ben karmakarış oldum, düştüm, kayboluyorum..
Sessizliğimde boğulman dileklerimle!”
—–
“Budistlere göre tanrıyı bulmanın 149 farklı yolu varmış. Ben tanrıyı değil kendimi arıyorum ki bu çok daha karmaşık. Sonuçta onun hakkında tonlarca şey yazılıp çizilmiş, ama benim için tek bir satır yazılmamış. … ve kendi kendimi tanımlayamadığımdan kimseden yardım isteyemem. Bu arayışın içindeki herkes yapayalnız, …” [1]
Bu seri öznel dünya algımıza ve kendimizi arayışımızda baş etmemiz gereken absürt yanılgılarımıza bir ağıt, aslında bize dair hiçbir şeyin gerçek olmadığı hakkında. Vardığımız sonuçların kendi kurduğumuz mahkemelerde kendimizi savunup, kendimizi yargılayıp, kendimize dair kendimize göre hükümler verdiğimiz şeyler olduğuna dair bir kabulleniş.
Benim için ise; yaşamak konusunda sadece sürdürmenin ötesinde, yaşayabilmek için dikkatimi dağıtmayı artık bıraktığımın bir ilanı.
—–
[1] Winterson Jeanette, Vişnenin Cinsiyeti, Sel Yayınları, 1989, s.122
[2] Winterson Jeanette, Vişnenin Cinsiyeti, Sel Yayınları, 1989, s.44
[3] Vassaf Gündüz, Cehenneme Övgü, İletişim Yayıncılık, 1999-2009, s.35
[4] Vassaf Gündüz, Cehenneme Övgü, İletişim Yayıncılık, 1999-2009, s.39