Üst Kattaki Aile
Ocak 3, 2021
Kendine Yabancı – Kelimelerin İyeliği
Ocak 3, 2021

Entelektüel Kartvizitler – Bunu Ben De Yaparım!

Kasım ayında sanat teması ile zihinlerimizin ve sohbetimizin konuğu, Christian Saehrendt ve Steen T. Kittl’ın eseri Bunu Ben De Yaparım! oldu. Adından da anlaşılacağı üzere kitabımız; sanatla çok da içli dışlı olmayan, ortamlarda övgüler yağdırılan abuk(?) eserleri görünce “Bunun nesi sanat?!” diyen ama bir yandan da modern sanatı öğrenme ve anlama gayretini yitirmeyen kimseler için biçilmiş kaftan. Yazarların tercih ettiği esprili bir o kadar da iğneleyici dil kitaptan ekstra keyif almanızı sağlıyor.

Kitap, bizleri daha önce zihnimizden geçen sorulardan yakalamayı başarıyor. İlk olarak “Çağdaş sanatı anlamak neden bu kadar zor?” sorusuyla performans sanatı, kavramsal sanat gibi modern sanatın tüm akımlarından bazen komik bazen tuhaf hikayeler aktararak okuyucuya, konuya dair hakimiyet kazandırıyor. Modern sanata dair ilginç ve en bilinen hikayelerden biri Andy Warhol’un Brillo Box -bulaşık teli kutusunun bir kopyası- adlı eseridir. Joseph Beuys’un bebe yağıyla ovup yara bantlarıyla süslediği Badewanne [Küvet] adlı eserinin sergilendiği mekâna gelen bir parti grubunun, küveti temizletip biralarını soğutmakta kullanması da yaşanan bir başka talihsiz olay. Belirtmem gerekiyor ki bu bölümde birçok sanatçı ve eserden bahsedildiği için insan ister istemez araştırmaya koyuluyor ve okuma süresi normalden biraz daha uzun sürebiliyor ama merak etmeyin, ilerleyen bölümler bu kadar zahmetli -keyifli keyifli, siz ona bakmayın- değil, akıp gidiyor.

Şekil 1 Andy Warhol, Brillo Box, 1964

Şekil 2 Joseph Beuys, Badewanne, 1960

 

İkinci bölüm, sanat sektörünün nasıl çalıştığını anladığımız dolayısıyla karanlık tarafıyla yüzleştiğimiz bir bölüm, yazarların deyimiyle sanat dünyasının ipliği pazara çıkıyor.

“Sanat sektörünün en önemli oyuncuları oyuna oturmuştur: Koleksiyoncular, sanat tacirleri, birkaç sanatçı, müze küratörleri. …Sanat, doğrudan bir kullanım değeri olmayan lüks maldır. Sanat piyasasındaki ticari mallara, maddi değerlerini aşan entelektüel ve kültürel değerler yüklenmiştir. Bu piyasada para ile kariha kolayca birbirine karıştırılır. Nitekim sanat piyasasındaki birçok aktör ‘kültür’ derken ‘para’yı kasteder ama fiyatlar, ücretler ve kazanç mevzubahis edildiğinde bozulur. Oyun gerçek olamayacak kadar güzeldir, çünkü görünüşe göre masalardaki herkes kazanmaktadır.” (Saehrendt & Kittl, 2012, s. 56) Genel bir anlatım olsa da bu alıntı bile bize bir şeyler döndüğünü çıtlatıyor. Sanat koleksiyonculuğunun zengin sporu haline geldiği bu camiada sanat eserleri entelektüel kartvizitler haline gelmiş durumda. Galericiler ise sanatçıları, markalarını yaratmak için hammadde olarak kullanıyor. Bazen de bu uğurda Maurizio Cattelan -muzu duvara bantlayan şahsiyet- gibi sanatçıların eserlerine meze oluyorlar.

Şekil 3 Maurizio Cattelan, A Perfect Day, 1999

 

Daha sonraki bölümlerde müze, sergi ve atölyelerdeki gerçeklere değinen yazarlarımız sergi ziyaretlerinden nasıl sağ çıkabileceğimizi, bu gibi ortamlardaki uzmanların düşünce yapısını ve eserlere getirdikleri eleştirilerin alt metnini açıklıyorlar. Bize de alengirli cümleler kurabilmemiz için taktik vermeyi unutmuyorlar, sağ olsunlar. Yine de ben galerici Alfred Schmela’nın samimiyetini takdir ediyorum. “…tabloları değerlendirmekte pek ustaydı: ‘Bu bi resim. Hımm – yahu bu ressam müthiş.’ Eğer yanındakiler hala kararsızsa, “Çok iyi işte lan!’ derdi. Bu da yetmezse, ‘Ooğlum, ne biçim resim yapmış!’ diye eklerdi.” (Saehrendt & Kittl, 2012, s. 144) Şaka bir yana, sanat gerçekten de üzerine konuşulması zor bir alan. Biricik iç dünyamızın yansımaları söz konusu olunca tanımların rafa kalktığı bu dünyada dille ifade edilemeyeni, dil ile yorumlamaya çalışmak… İşte bu tam bir paradoks.

 

Kitapta ilgimizi çeken ve söyleşide de üzerine konuştuğumuz birçok konu oldu. Performans sanatçılarının hem kendilerinin hem de seyircilerinin sınırlarını zorlayan gösterileriyle karşılaştık. Kimi vahşi ortamındaki bir hayvanı canlandırırken seyirciye saldırıyor, kimi cenaze için yıkanan ölünün kirli suyunu buhar makinesiyle sergi salonuna püskürtüyor, bir diğeri de martı gövdesi ile cenin başından oluşan bir heykeli sergiliyor ve daha uçuk kaçık birçok olay… İşte bu noktada bazı etik sınırlar ve sorgulamaların gerekliliğini hissettik. Kitapta da bahsettiği gibi “Sanat olumsuz duyguları da ortaya çıkarmalıdır.” ancak bu derece ileri gitmenin belki de her şeyden habersiz bir izleyicide travmaya yol açması çok olası ve bu durumun sanatta gerçekten de bir yeri olmalı mıydı?[1]

Ben seyircinin kendi rızasıyla parasını verip tüm sorumluluğu üstlendiğini düşünüyorum ama sonsuz olasılıklar dahilinde kafası kırık bir sanatçıya denk gelinebileceğini de elbette kabul ediyorum. Bu aşamada sanatının hiçbir derinlik ve anlam barındırmadan sadece absürtlükler üzerine kurgulayıp insanları tetikleyen ve dikkat çekmeyi gaye edinen biri olduğunu sezinlersem sanatçı gözümde daha da sevimsizleşiyor. Bu konuda gelen bir yorum ise bende farklı bir pencere açtı: “Ben o konulara (travmatik gösteriler) o kadar çok takılmadım çünkü nereden geldiğini görebiliyor gibi oldum. Sonuçta “Sanatın sınırlarını test etmek istiyoruz.” gibi bir mottoyla gidiyorlar oraya ve çok uç şeyler yapmak asıl amaçları. Bunu sorgulatmak, bunu sordurtmak… Asıl sanat olarak nitelendirdiği şey bu. Yani yaptığı süreçten çok sana o soruyu sordurtması. Yapılan şeyleri (cenin mevzusu) çok da itici bulmadım çünkü böyle şeyler bilim adına yapılıyor. Ceninlerle olsun, vücut parçalarıyla olsun bunlar bazı insanların günlük hayatının bir parçası. Biz gündelik hayatımıza uzak olduğu için itici buluyoruz bunları.”[2] Gerçekten de bazen saf bir harekete geçirme arzusu barındırabiliyor sanat.

Az önce bahsettiğim gibi kitap sanat sektörüyle ilgili bilgiler de barındırıyor, dolayısıyla “değişik bir şey yapayım da dikkat çekeyim”, “mesajım yok ama insanları meraktan çatlatayım” sanatının altında yatan nedenleri düşününce biraz olsun anlayış gösterebiliyorum. Sanatçı üzerindeki sürekli üretkenlik ve yaratıcılık baskısı böyle eserlerin çıkışına sebep oluyor. Kendi çizgini, sanatsal kimliğini bulma sürecinde bazen insan ömrü yeterli olamazken bir de peşine tutunma çabası, sürekli üretme ve yaratıcılık baskısı ekleniyor. Sonuç olarak da “üretmenin tek yolu bazen çok da düşünmemekten geçiyor.”[3] Ben de sanat dünyası ve gerçeklerinin biraz olsun farkına vardım ve “bu ne şimdi saçma sapan nıck nıck” tepkimin ardından “insan işte ne yapsın, ekmek parası” deyip sakinleşebiliyorum. Paraya zerre ihtiyacı olmayan sapıtmışlık yüzdesi yüksek şahısların varlığı da hayatın bir gerçeği tabii. İyi ki varlar!

 

Şimdi diyeceksiniz “O kadar okudunuz, konuştunuz ‘Sanat nedir?’in cevabı nerede?”. Maalesef bizde de yanıtı yok çünkü sanat tanımlanamıyor. Ne kitapta ne de izlediğimiz videolarda (Sanat Sohbetleri – Flu Tv) bunun net bir tanımını kimse yapamıyor. “Sanatın genel bir tanımı yapılamaz. Ve ben de herkesin sanat yapabileceğine, sanatçı olabileceğine inanıyorum. Olay şu sadece; evrensel iyi olan sanatçılar var, kişilere göre iyi olan sanatçılar var ama bunlar yorumdur. Ben ‘Ben sanatçıyım.’ diyorsam sanatçıyımdır.”[4]

Bunun yerine iyi sanat kötü sanat şeklinde değerlendirme yoluna gidilebilir ancak bu noktada önümüze bir soru daha çıkıyor. İyi ve kötüyü kim, neye göre belirliyor? Eski dönem sanat eserleri için bu değerlendirme nispeten daha kolay yapılabiliyor, bir birikim söz konusu. Dönemlere ayrılabiliyor ve sanatçıların kullandıkları teknik ya da en basitinden gerçeğe benzerliği bir fark yaratmasını sağlayabiliyor. Modern sanata gelindiğinde ise sınırsızlığıyla tam bir kırılma yaşanıyor.

Modernizmin sınırsızlığı bir bakıma herkese sanatın kapısını aralıyor. Buradaki sınırsızlıktan kastım eski dönemde sipariş usulü tablolar, heykeller yapılırken ve bu malzemeler için maddiyat gerekirken şimdiki sanatçılar -örneğin performans sanatıyla kendi bedenlerini işlerine katabiliyor, çöpte bulduğu malzemeleri bir araya getirip bir kompozisyon oluşturabiliyor. Bu da bana sanatın, ayağındaki bir prangadan daha kurtulduğunu ve kazandığı yeni özgürlük çemberinde son ve en büyük engeli olan “fark edilmek” ile daha kısa sürede savaşa başlayabildiğini düşündürüyor.

Kitaptan bir diğer tartıştığımız konu ise eserlerini başkasına direktifler vererek yaptıran sanatçılar oldu. “Kavramsal sanatçılar için arkalarında elle tutulur bir şey bırakmak bile artık gereksiz hale gelmişti. Onlara göre, fikrin kendisi sanat eseriydi zaten. Kavramsal sanatçılarla bir projede çalışan kimi küratörler, eserlerin nasıl olması gerektiğini üstünkörü anlatan direktiflerin yazılı olduğu bir faks alır. O kadar. Sanatçı eğer ünlü biriyse, bir de banka hesap numarası ve üstadın sergi açılışına gelip gelmeyeceği bildirilir. Kavramsal sanat (conceptual art) kavramının babası Amerikalı Sol Le Witt, bir keresinde faksla talimat vermiş, asistanının siyah kalemle “duvarın üst tarafına boylu boyunca eğri bir çizgi” çekmesini istemişti. Bu asistandan sonra diğer üç asistanın da en son çizginin hemen altına sırayla birer çizgi daha çekmesi gerekiyordu. Çalışma sürerken farklı renklerdeki çizgiler birbirinden o kadar saptı ki, sonunda bütün duvar çizgilerle dolduğunda, manzarayı andıran alçaklı yüksekli tepeler oluştu. Kavramsal sanatın nadiren görülen güzel örneklerinden biridir bu eser.” (Saehrendt & Kittl, 2012, s. 39) Sanatçı burada iki şeyin bileşimi gibi oluyor: Fikir sahibi ve uygulayıcı. Böyle çalışmaların var olduğunu okuyunca sanatçının sanatçılığını sorguladığımız bir ortam oluştu. Sorgulamanın ortaya çıkmasına sebep olan ve ilk akla gelen gerekçe; eserin, sanatçının özgün izlerini taşımadığı, başkası tarafından icra edildiği için kıymetinin azaldığı düşüncesi. İnsanda bir “dolandırıldım” hissi yaratıyor doğrusu. Farklı bir bakış açısıyla yorumladığımızda ise sanatçının burada asistanını bir ‘araç’ olarak kullandığı fikri canlandı. Nasıl ki bir film yönetmeni ışıkçısından tut görüntü yönetmenine kadar tüm detaylarıyla zihnindeki fikri canlandıracak insanlarla çalışıyor, onları yönlendiriyorsa tablosunu çizdiren sanatçı da burada bilinçli bir tercihle asistanını ‘kalemi’ olarak kullanıyor.[5] Bir başka yorum da “kontrolsüzlüğü kullanmak”, “gözünü kapatıp boya fırlatmak” oldu.[6]

Şekil 4 Sol LeWitt, Wall Drawing #797

Bu kitaptan önce sanat deyince aklıma resim sanatı özellikle de Rönesans Dönemi tabloları gelirdi. Şimdi mi? Şimdi tüm kalıplar yıkıldı, iyi bir alt metinle yaptığınız her şeyin sanat olduğuna ikna edebilirsiniz beni. Ha, beğenir miyim? Orası meçhul…

Şimdilik sanata dair vardığım son nokta ise; nasıl ki yaratıcının kabulünde, bireyin mantık ve iç huzuru harmanlanarak bir sonuca bağlanıyorsa sanat tanımını ve beğenilerini de kişinin algısı, ilgi alanları belirler. Sanatı sanat yapan, insanın ondan çıkarabildiği anlam kadardır.

 

Teşekkür: 30 Kasım akşamı gerçekleşen söyleşimize katılan tüm üyelerimize teşekkür ederiz. Berkay Tursun, Ceren Ovacık, Duygu Topaloğlu, Esra Nalbantoğlu, Haluk Ovacık, İlayda Küçükafacan, İpek Ilgın, Melise Uğurlu ve Şeyma Tombul’a düşüncelerini bizlerle paylaştıkları ve bu yazının ortaya çıkmasına katkı sağladıkları için ayrıca teşekkürü borç bilirim.

SENA ÖNDER

 

Saehrendt, C., & Kittl, S. T. (2012). Bunu Ben De Yaparım! İstanbul: Ayrıntı Yayınları.


[1] Esra Nalbantoğlu

[2] Duygu Topaloğlu

[3] Haluk Ovacık

[4] Melise Uğurlu

[5] Haluk Ovacık

[6] Duygu Topaloğlu



Paylaşmak Güzeldir:

Simurg Seçki
Simurg Seçki
Seçki; sohbet ederek birlikteliğin ve paylaşımın keyfine varan gençlerin bunu, kitaplar aracılığıyla entelektüel pencereden de sürdürme motivasyonu ile ortaya çıkardığı bir Simurg Derneği projesidir. Zihin inşası mottosu ile yola çıkan Seçki'de her ay; mitoloji, felsefe, sanat gibi farklı temalardan seçtiğimiz bir kitabı okuyor ve Simurglular ile söyleşiler gerçekleştiriyoruz. Yazılarımızda ise biraz kitaplardan biraz da Simurgluların zihinlerinden ağımıza takılanları bulacaksınız.