Giz
Aralık 3, 2020
Bilmedin
Aralık 3, 2020

Neyi Unuttuk Biz?

Konuk Yazar: Görkem Önal.


Geçtiğimiz haftalarda, uzunca bir bekleyişin sonunda The Young Pope ve The New Pope dizilerini bitirdim. Bu diziler, birbirini tamamlayan 2 sezonu oluşturuyor. Sizler ilk cümlelerimden bu iki diziyi değerlendireceğimi düşünüyor olabilirsiniz fakat bu yazının konusu dizinin kendisi değil. İzniniz olursa açıklayayım.

 

Hayat bizi bazen en olmadık yerlerden yakalıyor. Bazen bir fotoğraf karesi, bazen bir koku, bazen bir insan, bazen de tek bir kelime; bizi olduğumuz yerden alıp deryaya karıyor. Neruda’nın deyişiyle “Her şey bir kelimeye bağlı… Kelimelerin tonu, şeffaflığı, ağırlığı, bir nehir boyunca evini terk edip birçok şeyin kökü olmaya gelenleri vardır.”. Dizinin içerisinde de öyle bir kelime var ki, bütün anlamlarından taşarak düşüncelerime kök salmasına sebep olan… O kelime: Defektus! Tam her şey bitmek üzereyken, toprağın üzerini örten küllerin arasından biten bir çiçek gibi, zihnimin bütün hücrelerinde duyumsadım bu kelimeyi.

 

Dizinin bir bölümünde Papa, Sharon Stone’u misafir olarak kabul ettiğinde ona şöyle der: “Güzel ayaklarınız var ama biraz büyükler.” Sharon Stone güler ve cevap verir: “Benim tek kusurum bu.” Daha sonra Papa’ya şu soruyu sorar: “Peki sizin hiç kusurunuz var mı?” Papa şöyle cevap verir: “Kusurun kendisi benim. Ben defektus’um. Defektus latincede yokluk demek. Benliğim eksik.”

 

İçinde bulunduğumuz toplum, bizi kusurlarımızla kabul etmeyen bir toplum. Herkes, her şey, her olay kusursuz olmak zorundaymışçasına estetize edilmeye çalışılan bir sistemin parçası… Jean Baudrillard bu durumu, kabaca tanımlamak gerekirse, anlamından taşan nesne olarak anlatıyor. Kendi özelliğinin dışında, daha başka birçok şey olmak zorunda olan ve tüm bu özelliklerin, estetik kalıplarında eritilerek kusursuz bir nesneye dönüştürülmüş bir yapı, yani onun deyimiyle gadjet…

 

Postmodern insan, kendisine sistem tarafından yüklenen misyonu gereği kusursuz olmak zorunda olan bir canlı. Her şeyin bir standartı, bir geçer akçesi, bir doruk noktası var. Kadın; şişman, ayakları büyük, parmakları tombul, göz altları torbalı olamaz. Sesi çirkin, ön dişleri çıkık ve bacakları çarpık olamaz. Erkek; göbekli, ayakları küçük, kolları zayıf, boyu kısa olamaz. Göğsü kıllı, başı kılsız, omzu dar olamaz. Olamaz, çünkü her şeyin daha iyisi vardır ve biz biliriz ki “İnsanlık tamahkârdır.”; her zaman daha fazlasını isteyen insan, neden daha azına razı olsun ki? Daha güzel kadın, daha yakışıklı erkek, daha geniş ev, daha yeni araba, daha teknolojik telefon, daha hızlı bilgisayar, daha fazla maaşlı iş, daha güzel manzaralı otel, daha parlak renkli televizyon, daha güzel açmış çiçek, daha kusursuz kesilmiş elmas, daha daha daha daha daha daha … daha daha… nereye kadar gider bu dahalar?

 

Dövüş Kulübü filminde bir sahnede şöyle diyor: “Sahip oldukların sonunda sana sahip oluyor.” Tüm bu dahalar, bizi daha mutlu yapıyor gibi gözükürken, kusursuzluklar zamanında, sahip olunması arzulanan ve sonunda ne pahasına olursa olsun sahip olunan her şey, anlık mutluluğu ve devamında da sonsuz tatminsizliği beraberinde getiriyor. Sahip olmak bizi, geniş mutsuzluklar içerisinde anlık mutluluklara hapsediyor. Çünkü daha sahip olunacak, kusursuz olunacak çok ama çok şey var. Bu yüzdendir ki sıklıkla şu cümleyi kuruyoruz: “İstediğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum ama ona sahip olmadığımı biliyorum.” İnsanlık belki de, sahip olmayı değil, sahip çıkmayı denemeli. Kim bilir?

 

Kusursuzluk, benim de diğer bütün dünyanın geri kalanı gibi sahip olmadığım bir özellik. “Kusur arayan göz, güzelliğe hasret kalır.” derler. Ben kusur aramıyorum. Kusursuz olmayı da… Övülebilecek bir yanım da yok, iddialı olduğum bir alan da… Dünyadan geçip gidiyorum. Bir iki güzel söz söyleyip, bir iki güzel insanla konuşup, bir iki güzel gün batımına dalıp biraz film ve dizi izleyeceğim, hepsi bu…

 

Dizi demişken, bahsi geçen dizide, Papa insanlara ilk kez seslenirken şöyle soruyor: “Neyi unuttuk biz?” Unuttuğumuz çok fazla şey var. İyiliği, güzelliği, nezaketi, tevazuyu, yetinmeyi, güzel sevmeyi ve bunun gibi bir çok şeyi unuttuk biz. Kusuru aramaya insan kendinden başlamalı. Kendimize baktığımızda, etten kemikten olan değil, kalpten, gönülden olan kendimize baktığımızda asıl ihtiyacımız olanı göreceğiz. Çok sevdiğim bir arkadaşımın, çok sevdiğim bir ozandan aktardığı gibi: “Eksiklik kendi özümde…” Ben özümü arıyorum. Aramak erdem, bulmak nasip…



Paylaşmak Güzeldir: