Takvim yaprakları 31 Ekim 2020’yi gösterdiğinde bir grup Simurglu genç Seçki çatısı altında kitaplarını okumuş ve söyleşi için hazırlıklarını yapmaya koyulmuş. O ayki tema ‘edebiyat’mış ve kitabın onların dimağlarında bıraktığı anlamlarla renklendirip zenginleştirdikleri söyleşi bir iki saatliğine onlara farklı kapılar aralamış.
Farklı kapılardan gördüğümüz farklı manzaralar ne üzerine, merak ediyorsanız gelin bu ayki kitabımıza birlikte bakalım. Vee, José Saramago’dan Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş.
Bir kitap düşünün, karakterler var ama isimler yok; bu kitapta bir ülke hayal edin, her şey dünyanın çok içinden ama bir o kadar da değil. Bu ülkede, bir gün gözlerinizi açıyorsunuz ve ölüm gitmiş. Bizim bildiğimiz, hayatımız içinde gayet olağan olduğu için genellikle üzerine düşünmeye dahi çok zahmet etmediğimiz ölüm kavramı, Saramago’nun bu kitabında kavram olmaktan çıkmış ve somutlaşmış. Hatta belli noktalarda çok insani rollere bürünmüş. Şimdi neden bunun üzerine bu kadar düşünüyoruz ki, en fazla ne olmuş olabilir ki, diyorsanız haydi ölüm giderken, gittikten sonra ya da gelince bu ülkeye ve ölüme neler olmuş söyleşi perspektifinden yorumlayalım.
Mesela insan nasıl ölmek ister, ölmek ister mi ya da öleceğini öğrenmek? Kişiden kişiye bu sorulara olan cevaplarımız değişir. Kitabın bir bölümünde eflatun bir zarfla sekiz gün öncesinden öleceğini öğrenen insanlar görüyoruz ve bu bizim başımıza gelse neler olurdu, düşünmeye başlıyoruz. Birimiz, içimde hiçbir şey kalmadan ölüme teslim olmak isterdim ve bu yüzden içimden geçen her şeyi o sekiz güne sığdırmaya çalışırdım derken; birimiz, böyle bir durumda yaşayacağı korkuyu şimdiden tahayyül edip ölümü beklemeye başlayacağını söylüyor. Bir noktada birbirimizi anlamaya çalışıyor ve kitap içindeki yolculuğumuza devam ediyoruz.
Pekii, ölümün gittiği ülkede yaşayıp ölmek için başka ülkeye gitmek kulağa nasıl geliyor? Belki de biraz ürkütücü. Ölüm bu kadar istenebilecek bir şey mi acaba, bir kısmımız ölümsüzlüğü bu kadar dilerken? Yazarımız burada bize günlük hayatımız içinde ölümün hak olduğunu hatırlatıyor. Biz aramızda ölümün nasıl hak olabileceğini, hangi durumlarda bu kitap ülkesi için hak olarak sayılabileceğini tartışırken sanki kitaptan bir ses yükseliyor. Siz bu kadar üzerine tartışıyorsunuz ama burada bir grup insan sadece toplum baskısının etkisiyle arafta kalan bedenlerin kaderini tayin ediyor. ‘Komşum bana hangi durumda hangi gözle bakar?’ cümlesi bir anda insanların hayatını etkileyecek kararlar aldırıyor. Kitapta gördüğümüz bu durum dünyamızın bir yansıması mı diye de insan düşünmeden edemiyor.
Dünyamızın yansıması demişken kriz anında içinde bulunulan sistemler nasıl işliyor? Mesela ölümün geldiğini öğrenen başbakan kendi başına karar mekanizmalarını devreye sokabiliyor. Ölüm gittiğinde papa insanlara başka inanacakları şeyler verebilmek için çabalamaya koyulabiliyor. İşler nasıl bu kadar hızlı yürüyor insan hayret ediyor. Bir de ölümün gelmesiyle ve gitmesiyle bambaşka tavırlar takınan levazımatçılar, işlerine inovatif fikirlerle sarılan sigortacılar, ölümün geldiği gün ne yapacaklarını konuşmak için toplanan mezarcılar, her şeyi duyurmaya ve topluma bazı ideolojileri empoze etmeye çalışan medya, tabii bir de olaylara farklı bir yerden bakıp kazanabileceğini kazanmaya çalışan mafya… Sanki hepsi hummalı bir şekilde çalışıp kendi varoluşsal sancılarıyla sistemin içinde kendine yer bulmaya çalışıyor. Kimi zaman aynı kalıyor, kimi zaman değişiyor, kimi zaman da dönüşüyor. Acaba bu bize neyi hatırlatıyor? Tabii bir de salt benliğiyle bu dünyanın içinde yer bulmaya çalışan insan kavramı var; bazen içinde bulunduğu toplumda şekillenen bazen de içinde bulunduğu toplumu şekillendiren.
Biraz da ölüm bu ülkede nasıl şekillenmiş, ona bakalım. Belirli noktalarda ölümün insanileşmesi üzerinde ortak kanıya varsak da bu nasıl, ne zaman, neden olmuş tartışılmaya değer. Kimi insanlara göre oldukça kutsal olan ölümün hatalar yapmasını, yazarın hayat görüşüyle ilişkilendiriyoruz. Ne zaman hatalar yapmaya başlıyor sorusuysa aslında biraz karmaşık. Bir kişiyi (Bu kişi sürpriz…) öldüremeyip bunun üstüne giderken de olabilir, aslında ölüm baştan beri karşımıza insani yanıyla çıkıyor da olabilir. Çünkü kitabın başı itibariyle belki de canı sıkılan, günlük rutininden çıkıp insanlarla uğraşmaya karar veren bir ölüm var karşımızda. Burada da yorumlamayı size bırakalım ve kitabın sonundaki dönüşüme şahit olalım.
Vee, kitap ‘Ertesi gün hiç kimse ölmedi.’ diye biterken akıllarda “Bu, sonun başlangıcı mıydı?” sorusunu bırakıyor. Biz de şöyle bir durup okuduklarımızı tekrar tekrar aklımızda döndürüp açtığımız farklı kapılardan bakmanın zevkini yaşıyoruz.
Şimdi de buraya Saramago hakkındaki anekdotumuzu bırakalım. 1998 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Portekizli yazarımız her kitabının başına kurgusuyla alakalı sözler yazmaya bayılıyor. Bu kitabımız için uygun gördüğü söz öbeği ise “Kehanetler Kitabı”. Diğer kitaplarının başına neler yazdığını görmeyi de heyecanla bekliyoruz.
KAYNAKÇA: Saramago, José. Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş. İstanbul: Kırmızı Kedi, 2007.