Bu yazıda tartışmalı yönetmen Lars von Trier’in 2011’de çıkan filmi Melancholia’yı inceleyeceğim. Yönetmenin kendi melankolisinden izler gördüğümüz iki kız kardeşe odaklanan filmde Melancholia adlı gezegenin Dünya’ya çarpmasına tanık olacağız. Trier, başka filmlere ve sanat eserlerine atıfta bulunmanın dışında, Nietzschevari bir şekilde moderniteyi eleştirerek toplumsal göndermeler yapmaktan geri kalmıyor bu filmde.
Richard Wagner’in romantik müziği eşliğinde ağır çekim pitoresk sahnelerle karşılıyor film bizi. Tarkovski ve Nietzsche’den bir hayli etkilenmiş olan yönetmen, yine Nietzsche’nin bir zamanlar çok sevdiği Wagner’e ait Tristan ve Isolde adlı operayı kullanmayı tercih etmiş. Tarkovski’nin Solaris filminden hatırladığımız Brueghel’in Karda Avcılar tablosunu görüyoruz sahnelerin birinde. Sonra da 2001: A Space Odyssey‘in açılış sekansını anımsatan bir sahne ile Melancholia gezegeninin devinimine tanık oluyoruz. Gördüğümüz şato ve doğayla bütünleşen Justine’in bir büyücüyü andırması, çalan müziğin masalsı havasını pekiştiriyor. Nehrin üzerindeki kadın sahnesi, Millais’nin Ophelia tablosunu andırıyor. Zevk aldığımız bu sahnelere bir de Melancholia adlı gezegenin Dünya’ya çarpışı ekleniyor ve Lars von Trier, bir nevi öngörü olan bu açılış sekansını filmin sonunu haber vererek bitiriyor. Dünyanın sonunu müzik ile estetize eden Trier, bir yıkımda da sanatsallık ve ihtişam olabileceğini gösteriyor – ki yönetmen bunu birçok filminde yapmıştır. Bu tavır, salt izleyiciyi provoke etme amacından ibaret olmayıp Nietzsche’den ilham alan Dionysosçu bir temele sahiptir.
“Albrecht Dürer döneminde, insanların Satürn gezegeninin yaydığı aura’nın etkisiyle melankolik olduklarına inanılmıştır. Kant’tan Hegel’e uzanan düşünce sürecinde, melankolinin nedeninin insanın doğasından ya da gökyüzünden gelmediği, tam tersine, baskıcı toplumsal norm sistemlerinin içselleştirilmesinin insanları melankolik yaptığı vurgulanmıştır. 19. yüzyılda melankolinin nedenlerinin toplumsal koşullar olduğu anlaşılmaya başlandıktan sonra insan, artık ‘asıl oyun yeri’ olan dünyadan ve toplumlardan kaçmaya başlamıştır.” (Teber, 1997: 294)
Düğünlerine giden Justine ve Michael çiftinin bir limuzinle patikayı geçmeye çalıştıklarına şahit oluyoruz. Başarısızlıkları da teknolojinin doğa karşısında ne kadar yetersiz kaldığını gösteriyor aslında. Malikaneye vardıklarında bu lüks düğündeki her şey normal gözüküyor: Şımarık gelin, sıradan bir damat, huysuz organizatör, aristokrat bir yaşam biçimine özenen burjuvalar, gülümseyen konuklar… Ancak Justine’in evliliğe inanmayan annesinin yaptığı kötümser konuşmayla illüzyon bozulmaya başlıyor ve zaten melankoliye yatkın olan Justine’in melankolisi ortaya çıkıyor. Düğün ortamından uzaklaşmak için dışarı çıkan Justine’e Wagner’in romantik müziği eşlik ediyor ve Justine olacakları sezercesine gökyüzüne bakıyor. Daha sonra ablası Claire ile konuşan Justine’in çok zor dayandığını öğreniyoruz, kendisi düğünün ortasında gidip küvette uzanmaktan çekinmiyor.
Pastanın kesilmesi için bekleyen konukları daha da bekletmemek için Claire’in kocası John, Justine’i ve de annesini almaya gidiyor. Anneye gelmesini söylediğinde banyoda olan anne “Justine ilk kez lazımlığa kaka yaptığında orada değildim. İlk cinsel ilişkisini yaşadığında da yanında değildim. Bu ritüellerinizden gına geldi, beni rahat bırakın.” diyor. Sık sık paradan bahseden ve buradaki yaşam tarzını temsil eden John’un, bu yaşam tarzına karşı bir tutum takınan ve hatta onu tehdit eden anneye sinirlenip eşyalarını dışarı atması şaşırtıcı olmamalı. Bu öfkenin ardından uşağın gidip onun arkasını toplamak zorunda kalması dikkati çekiyor. Aynı zamanda babanın şımarıkça dalga geçişlerine maruz kalan uşak, burjuvanın kibarlığından pek nasibini alamıyor. Justine’in patronunun da tek derdi bu düğün gecesinde bile ondan iş için gerekli olan slogan fikrini kapmak. Her fırsatta eleştiriliyor “kibar” burjuvanın bencil düşüncesizliği.
Justine’in bir odada, doğadan uzaklaşma amacı güden ve moderniteyi kutsayan Kazimir Maleviç resimlerini ortadan kaldırıp yerlerine Brueghel, Caravaggio ve moderniteyle makineleşmeyi eleştiren Millais’nin insani ve duygu dolu resimlerini koyduğunu görüyoruz. Temsil ettikleri değerler açısından anlamlı; çünkü erken modernite, kadını doğa, kaos, duygu ve bilinç-dışıyla (Dionysosçu özellikler) özdeşleştirirken kadındaki melankoliyi de onun çılgınlığının ve doğa gibi öngörülemez ve tehlikeli oluşunun gerekçesi olarak sunardı. Hatta bazılarına mistik özellikler atfederek cadı diye yakardı. Akıl ve duyguyu karşıt şeyler olarak görmek; akıl-duygu, insan-doğa, erkek-kadın hiyerarşisini yaratmıştı veya pekiştirmişti. Burada da melankolik bir kadının makineleşme ve modernite yerine doğayı, duyguyu ve sanatı koyarak isyan ettiğini görüyoruz tablolar üzerinden.
Bahçe sahnesinde tekrar çalmaya başlayan müzik burada düğünü romantize etmekle kalmıyor, masalsı havasıyla düğünün ve düğündeki ilişkilerin illüzyonvari ve iki yüzlü yapısını da açığa çıkarıyor. Toplumsal normlardan dolayı melankoliye düşen Justine, melankolisine paralel olarak mistik güçlere/öngörüye sahip, aynı eskiden inanıldığı gibi. Kendisi gözleri kapalı bir şekilde uzayın derinliklerini izliyor.
Justine’in zor dayandığı toplumun beklentilerine bir de damadın cinsel beklentileri ekleniyor ve Lars von Trier’in karakterin yüz ifadesine odaklanmayı çok seven hareketli kamerasıyla Michael’ın aptal yüz ifadesini fark ediyoruz. Yönetmen, karakterlerin içlerini dışlarına vurmak için bu tekniği sık sık kullanıyor. Justine Michael’ı don gömlek bırakıp gidip beklentilerin aksine başka biriyle birlikte oluyor. Sonra da hala slogan bulması için kendisini sıkıştıran patronuna onun ne kadar güç düşkünü küçük bir adam olduğunu haykırarak topluma çatışını sürdürüyor.
Ertesi gün Justine ile ablası Claire at sürmeye çıkıyorlar ve sisli bir havanın altında at sürmelerine eşlik eden müzik bir kez daha masalsı, gizemli bir hava katıyor filme. Justine Antares yıldızının kaybolduğunu fark ediyor. Bunun Melancholia gezegeninin Dünya’ya yaklaşmasından kaynaklandığını öğreneceğiz. Claire’in de gezegenin gelişinden ötürü çok endişeli olduğunu ve kocasının onu gezegenin Dünya’ya çarpmayacağına ikna etmeye çalıştığını görüyoruz. Abraham adlı atın (Ada dikkat!) Justine’in köprüyü geçmesine bir türlü izin vermeyişi de Justine’e toplum tarafından konulan sınırları çağrıştırıyor. Justine zaman zaman topluma patladığı gibi ikinci seferde de Abraham’a patlıyor. Ardından Melancholia gezegenini ilk defa çıplak gözle görüyor. Bundan sonra Justine’in ruh sağlığının iyiye, ablası Claire’in ruh sağlığının ise kötüye gittiğini fark edeceğiz.
Gece dışarı çıkan Justine’i takip ediyor Claire ve nehrin kenarına geldiğinde olağanüstü bir manzarayla karşılaşıyor:
Biz Wagner’in romantik müziğini duyarken Justine, Melancholia’nın ışığı altında doğayla bütünleşmiş bir halde uzanmış bedenine dokunuyor. Melancholia’nın dünyanın sonunu getireceğini bildiği halde ondan büyük bir haz alıyor, kendisini seyreden Claire’in tam aksine. Mistikliğin cinsellikle birleştiği bu göz alıcı sekansta Justine bir büyücü gibi ve Melancholia’yla sevişiyor adeta.
İleriki sahnelerde Justine ile Claire, Melancholia’nın çarpma ihtimaline dair konuşmaya başlıyor ve Claire, yıldızlarla ilgilenen kocasının çarpmayacağından emin olduğunu söylüyor. Çarpacağını bilen Justine’e göre “Dünya kötü bir yer. Onun için üzülmemeliyiz. Kimse onu özlemeyecek ki.”. Toplumun melankoliye sürüklediği bu kadının, dünyanın sonuna üzülmek için bir sebebi yok.
Melancholia gezegeni daha da yaklaştığında ortaya çıkan manzaranın tadını çıkarıyorlar. Ardından, bu zamana kadar çarpmayacağını söyleyerek karısını yatıştırmaya çalışan John, hayata kadeh kaldırıyor ve hesaplamalarda hata payını da göz önünde bulundurmak gerektiğini ekliyor. “Artık bakmanın tadı kalmadı.” diyor Claire. Ertesi gün korktuğunun başına geldiğini fark eden John, kimseye haber vermeden intihar ederek ailesini terk ediyor bencilce. Eşi Claire de çocuğu ve Justine ile baş başa kalıyor bu zor zamanda. Melancholia’nın daha da yaklaştığını fark edince çocuğuyla birlikte arabaya binip köye gitmeye çalışıyor, ama teknolojinin bir kez daha doğa karşısında aciz kaldığını ve arabanın çalışmadığını görüyoruz. Bunun üzerine golf arabasıyla gitmeye çalışıyor ama ancak köprüye kadar gidebiliyor ve bu sefer köprüyü geçemeyen Claire oluyor. Atıyla toplumsal normları aşamayan Justine’in melankolisinin yerini aracıyla doğa karşısında aciz kalan Claire’inki alıyor. Müzik Claire’in çaresizliğine eşlik ederken Trier’in Limbo’yu (Dante’nin Cehenneminde mahsur kalınan bir yer) temsil ettiğini söylediği 19. golf deliğinin yanından geri dönüyorlar.
Justine, Claire’in küçük oğlu Leo’yu sakinleştirmek için “sihirli mağara” ile bu felaketten kurtulabileceklerini söylüyor. Hazırladıkları dal çubuklarla “sihirli mağara”yı yapıyor Justine. Bu yapının animizme, mitolojiye ve dinlere atıfta bulunduğu çok açık. Çocuğa teselli sunmak için yapılmış ve aslında birkaç zayıf dal parçasından ibaret olan bu yapı, çocuğun gözünde kurtuluşunu sağlayacak olan sihirli bir mağara. Tıpkı, yıkması kolay ve zayıf temelli olduğu halde müritlerinin gönülden inandığı kültler gibi. Platon’un mağarasına benzese de Trier’in mağarasının verdiği fikir, Hristiyanlığa felsefi dayanaklarını veren Platon ile taban tabana zıt.
Wagner’in müziğinin eşlik ettiği son sekansta Justine, yeğenini ve ablasını mağaranın içine koyup kendisi de giriyor. Son anlarını el ele tutuşarak geçiriyorlar ve müzik bu sahnelerin duygusallığını daha da yoğunlaştırıyor. Çocuk, gözleri kapalı huzur içinde beklerken iki kız kardeş birbirlerine son kez bakıyorlar. Ağlayan Claire çıldırırcasına, Justine ise sakince karşılıyor dünyanın sonunu ve kavuşuyor Melancholia’ya. Wagner’in müziği bir aşk hikâyesi için bestelenmişti, film de yıkımla sonuçlanan Shakespearevari bir kavuşma ile bitiyor.
John’un teleskobu aracılığıyla bilimin olayları geç de olsa açıklayabildiğini görmüştük. Ama teknolojinin doğa karşısında elinden bir şey gelmemişti. Dinleri simgeleyen mağara ise çocuğa teselli ve huzur verdi ama o da en nihayetinde bir işe yaramadı. Sonuç da toptan yok oluş… Ben de kadeh kaldırarak yazımı sonlandırıyorum. Hayata!
Kaynakça
Alighieri, D. (1989). İlâhî Komedya/Cehennem. İstanbul: MEGSB Yayınları.
Nietzsche, F. (2010). Putların Alacakaranlığı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Nietzsche, F. (2010). Tragedyanın Doğuşu. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Platon (2017). Devlet. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Teber, S. (1997). Melankoli “Normal Bir Anomali”. İstanbul: Say Yayıncılık.
https://www.andante.com.tr/en/8397/Beautiful-But-Cruel-Lars-Von-Trier-s-Melancholia