İnsan olarak bizler neden ve sonucu birbirine bağlamada -doğru veya yanlış fark etmeksizin- ustayız. Davranışların da karakterin bir sonucu olduğunu varsayıyoruz. Bu varsayımlarla da zihnimizde karşı tarafa dair hayali bir figür yaratıyoruz. Empati, en klişe tanımıyla kendini başka birinin yerine koyma, dediğimiz eylemi de genel olarak neden-sonuç ilişkilendirmelerimiz ve karşı tarafın zihnimizdeki varsayımsal personasına bakarak gerçekleştiriyoruz. Sonra da o kişi şu an böyle düşünüyordur veya bunu ister şeklinde cümleler kurmaya başlıyoruz gibi geliyor. Ama “Durum bu kadar basit mi acaba?” diye kendime sorduğumda coşkulu bir “Evet!” demekte zorlandığımı fark ettim. Eşzamanlılık bu ya, Malcolm Gladwell’in The Tipping Point (Kıvılcım Anı) kitabını okumaya da böyle bir dönemde başladım. Bu yazıdaki fikirlerin temel aldığı noktalar ve örnekler kitabın farklı bölümlerine dayanmakla birlikte elimden geldiğince sentezleme yaparak kendi düşüncelerimi duyurmaya çalıştım.
Bu yazı; önce empati fenomenini daha derinden anlamak için motor taklit kavramını, empati için bağlamın önemini ve bu alandaki birkaç psikolojik deneyi, ardından da duygunun bulaşıcılığı üzerinden insanlara dair olan sorumluluğumuzu konu edinmeye çalışacağım bir yolculuk olsun istiyorum. Son cümleyi okuduktan sonra umarım birlikte coşkulu bir “Evet!” cevabı verebiliriz.
Karşı tarafı desteklediğimizi ve önemsediğimizi göstermek için empati kurarız. Bana kalırsa empati; sadece kendini karşı tarafın yerine koymaktan ibaret değil, daha derin daha kapsayıcı bir şey. Doğal seçilim ile bugüne gelebilmiş bir tür olarak adaptasyon yeteneklerimizin oldukça gelişmiş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bence empati de bu bağlamda “karşı tarafa adapte olmak” demek. Buraya bir büyüteç ile daha yakından bakacak olursak, aslında iletişim kurmanın bir yolu olarak birbirimizin duygularını ve tepkilerini bir noktada taklit ettiğimizi görürüz. Bu sonuca ulaşmak için iki insanı iletişim kurarken önyargısızca izlemeyi deneyin; birbirleri ile sadece fiziksel ve duyusal bir senkronizasyona girmezler. Aynı zamanda 250 yılı aşkındır literatürde olan “motor taklit” adı verilen şeyi de yaparlar. Eğer birine gülen veya ağlayan bir insan fotoğrafı gösterirseniz, mikro mimik bilimi size belki çıplak gözle fark etmeyeceğiniz ama bilgisayarların yakalayabileceği şekilde mevzubahis kişinin de gülme ve ağlama mimiklerini taklit ettiğini söyleyecektir. Etkilemek istediğiniz birinin size komik bir anısını anlattığını düşünün. O kişiyi gerçekten etkilemek istiyorsanız -diğer bir deyişle evrimsel olarak hayatta kalmak istiyorsanız- kişisel ipuçlarını yakalayıp, işleyip ona adapte olduğunuzu gösterecek en iyi tepkiler kombinasyonunu ona sunarak anlatıyı farkında olmadan gülümseyerek dinlersiniz. Aynı şekilde, en bilindik motor taklit örneği birinin canının yandığını gördüğümüzde gerçekleşir. Eğer elimi kapıya sıkıştırırsam bunu görenler de benimle birlikte yüzlerini buruşturacak, yani beni taklit edeceklerdir.
Aslında bilincimizin farkında olduğu ve olmadığı birçok farklı biçimde, hepimiz azımsanamayacak ve küçümsenemeyecek bir empati potansiyeline sahibiz. Bu adaptasyonda amacımız karşı tarafa, “Ben de senin tarafındayım, bak aynıyız.” mesajı vermektir. Bunun nedeni olarak yine evrimsel geçmişimizi gösterebiliriz. Eğer ben sana, seninle aynı “kabileden” olduğumu kanıtlayabilirsem bana saldırma olasılığını düşürdüğüm için hayatta kalma şansım yükselecektir. Benzerlikler zihnimizde kan bağına ve aileye tekabül ediyor gibi. Bu aynıdaşlığı da istemsiz olarak, benzer davranışlar ve tepkiler verdiğimizde sana empoze edebilirim. Aynıdaşlığı sağlama yollarımızdan en çok kullanılanı da dediğimiz gibi empati. Empatiyi anlamak içinse davranışları etkileyen unsurları masaya yatırmalıyız ki kendimizi karşı tarafın yerine koyduğumuzda “Şunu yapar.” veya “Bunu tercih eder.” gibi davranışları sağlıklı bir şekilde öngörebilelim. Davranışları anlamak için de karakteri, diğer bir deyişle karşı taraftaki “ben”i bilmek empati yapmak için yeterli olmalı. Karşımdakinin karakterini anlarsam duygularını ve davranışlarını anlayıp öngörebilirim. Bu noktada “ben”den öte bir belirleyici var mı ki?
Önceki yazımda gerçeklik algısının bireyin öznelliği ile ilgili nasıl olduğunu bilemesek de inkâr edilemeyecek seviyede bağlı olduğunu ifade ettim. Bizim dışımızda bir gerçeklik yoksa da algıladıklarımızla kendimizi inşa ediyoruz. Buradaki ölümcül varsayım: Kişiliğin bir bina gibi katı bir yapıda olduğunu düşünülmesi. Karakterimizi katı ve değişmez algıladığımız için de tepkilerimizi ona dayandırarak temellendirmek, davranışların onun doğal bir sonucu olduğunu düşünmek düz mantık bir çıkarım oluyor. Bir yanlış diğerini domino etkisi ile tetiklediği için ilk yanlış taşı tutmaya çalışalım.
Kişilik söz konusu olunca kesin terimlerle düşünmek işten bile değildir; bir insan ya öyledir ya böyle. Bu, bir nevi birey özelinde bir stenografi yapmamıza yarar. Hem bizim karşıdakine karşı almamız gereken tutuma hem de o kişinin karakterine dair kestirme bir yol sunarak hayatımızı kolaylaştırır. Ancak psikolojideki “Temel Yükleme Hatası”[1] denilen fenomen burada tüm temeli sarsar. TYH kısaca der ki, davranışları değerlendirirken temel kişilik özelliklerini abartma ve kişinin o davranışı sergilediği durum ve bağlamı önemsiz görme eğilimdeyizdir. Bunun nedeni olarak da bağlama ait kısayollar yerine kişiselleşmiş ipuçlarına daha fazla alışkın olmamız gösterilir. Diğer bir deyişle, bir kişinin cömert karakterli olduğunu düşünmek, “o ortamda ve o an” cömert olduğunu düşünmekten daha kolaydır. Bu bize daha basit ve işlemesi kolay bir dünya sunar, tutabileceğimiz katı bir şeyler verir.
Bu doğal eğilimimize rağmen ben bunun pek de sağlıklı bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Bana kalırsa davranış, kişinin içinde olduğu bağlamın net bir sonucudur. Elbette davranışlarımız genetiğimizin, ailemizin, büyüdüğümüz çevrenin, sahip olup olmadığımız tüm alternatiflerin etkisi altında ancak bunların sadece birer olasılık yarattığı düşüncesindeyim. Örneğin bir olay karşısında olası 5 alternatif tavır bu saydığımız farklı etkenler tarafından yaratılıyorsa kişinin bu alternatiflerden seçtiği ve dışarıya gösterdiği davranış bağlama bağlıdır. Yani belki o an 5 seçenek de mümkündü ama sadece biri o ortama uygundu ve dolayısıyla bağlam, seçimi birey fark etmese de onun yerine yapmış oldu. Bu yeni düşünceyi birkaç fenomen özelinde detaylı inceleyelim.
Bu gibi örnekler genelde kent yaşamının insanları birbirinden uzaklaştırarak soğuk bireylere çevirdiğini göstermek için kullanılır. New Yorklu iki psikolog Bibb Latane ve John Darley bu olay özelinde çeşitli araştırmalar yapmış ve bu sorunu anlamaya çalışmışlar[2]. Bulgularına göre, yaşanan bir olaya kaç kişinin tanıklık ettiği, yardım davranışının ortaya çıkmasında kritik etkeni oluşturuyor. İkilinin vardığı sonuç şu: İnsanlar bir grubun içindeyken eyleme geçme sorumluluğu bireyler arasında paylaşılıyor ve kişiler başka birinin durumu bildireceğini düşünüyor veya kimse bir şey yapmıyorsa yaşanan olayı sorun olarak görmemeye başlıyor. Verdiğimiz örnekteki tuhaf olay Malcolm Gladwell’in de altını çizdiği gibi; 38 insanın kadının çığlıklarını duymasına karşın değil, 38 insan da duyduğu için yaşanmıştı. Emin olun, çevremize sandığımızdan daha duyarlıyız, belki de karakterlerimizi ve etik değerlerimizi susturacak kadar.
Bağlamın, sabit olmayan karakterimizden öte bir belirleyici olduğundan bahsettikten sonra empati ve taklide geri dönelim. Psikolog Elaine Hatfield ve John Cacioppo ile tarihçi Richard Rapson Emotional Cognition kitabında taklit etmenin aslında duygularımızı birbirimize bulaştırmak için kullandığımız bir araç olduğunu savunur. Aslında ben size bir duygu ile baktığımda ve siz de benimle aynı frekansa girdiğinizde motor taklit yolu ile sadece empati yapıyor veya taklit ediyor olmazsınız. Aynı zamanda ben o duyguyu size bulaştırmış da olurum, bir noktada enfekte olmuş olursunuz. Bu bulaştırmanın, bağlamın davranışlarımıza olan baskın etkisi ile alakası ne?
Aslında ben de, beni çevresine dahil eden kişilerin bağlamının bir parçasıyım. Arkadaşlarınızı, ailenizi, yakın-uzak çevresine dahil olduğunuz herkesi gözünüzün önüne getirin. Bağlam kişinin davranışlarında belirleyici unsursa aslında ben de çevremdeki tüm o insanların davranışlarından bir yere kadar sorumluyum demektir. Bilerek veya bilmeyerek bazı duyguları onlara bulaştırıyorum ve içinde oldukları ortamı da etkiliyorum. Diğer bir deyişle, karşımdakinin yerine kendimi koymak istiyorsam onun içinde olduğu bağlamı -kendimi ve etkilerimi de dahil olmak üzere- anlamalıyım. Yani “ben”den çıkıp karşı tarafa ulaşmak istiyorsam; kendi bağlamımdan değil, benim de parçası olduğum onun kendi bağlamından bakabilmeliyim.
Bir kişinin davranışlarını öngörmek için empati yapmaya çalıştığımızda çarpıştığımız duvar da bu bence: Biz bırakın bağlamı, karakter temelli empati yapmaya çalışıyoruz. Karakterini ve genel eğilimlerini anladığımızı düşünerek insanlarla empati yapabildiğimizi söylüyoruz. Ama karakterlerimiz ve davranışlarımız, belirttiğimiz gibi, içinde olduğumuz andan birlikte olduğumuz insan sayısına kadar sonsuz sayıda değişkenden etkilenir. Kişilik dediğimiz şey evrenin o anki konumuna bağlıdır, bağlamsal bir niceliktir. Biraz cüretkâr bir ifade olabilir ancak bir noktada hava durumu gibiyiz. Alegoriyi devam ettirecek olursak, bu nedenle de zaten bireyler özelinde uzun süreli tahminler yapamıyoruz. Ama en azından önümüzü görebileceğimiz tahminleri olası görüyorum. Kişinin içinde olduğu dünyayı; deniz akıntılarıyla, iklimleriyle, içindeki canlılarıyla bağlamını anlamaya çalışmanın empati çabasını en azından anlamsızlıktan kurtaracağını düşüncesindeyim.
“Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.” sözü ile olan derdim de bu yüzden. Bana hep “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi değil, karşındakinin kendisine yapılmasını istemeyeceğini düşündüğün şeyi yapma.” çok daha makul bir empati hali gibi geliyor. Buradaki çıkarımı da kişinin zamandan ve çevreden etkilenerek sürekli değişen karakterini analiz ederek yapmamalıyız. Onun o an içinde olduğu zaman ve koşulları anlamlandırmaya çalışarak bir şeyleri öngörmeye çalışmalıyız illa gerekliyse.
Biliyorum ki hiçbir zaman o anı etkileyen her unsurun farkında olamayacağız, atlayacağımız tonlarca şeyler olacak. Ama gözümüzün önünde yadsınamaz duran özellikler de olacak. Zaten bu yüzden iklim bilimci rolünde değiliz, her birimiz birer meteoroloğuz. Önemli olan 5-10 yıllık öngörülerde bulunmak değil. Empatinin benim zihnimdeki amacı hem kendimi hem de karşımdakini kısa süreli de olsa belirli etkiler altında öngörerek buna uygun adım ve koşulları yaratmaya çalışmak. Elbette her türlü varsayım gibi bu da kesin doğruluk getirmiyor. Ancak bu şekilde doğru nedenleri daha az yanlış sonuçlara bağlayabiliriz. Empati bu bağlamda bir anlama değil, yanlış anlamama aracına da dönüşmekte. Karşımdaki insanı anlamlandırırken, onun evrenine girebildiğimce daha az yanlış düşünebilirim.
Kısacası, kendi anlık evrenimizden çıkmak ve karşıdakinin anlık evrenine elimizden geldiğince benzetebildiğimiz bir yere girmemiz gerek . Empati bu demek. “Ben” gözlüklerimizle körleşmeden başkalarının ayakkabılarını giyip onların o an içinde olduğu bağlama adım atabilmemiz demek. Modern dünyamızdaki bireyler arası iletişim kopukluğunu, karşıdakini anlamamanın ve daha kötüsü yanlış anlamanın yarattığı öfkeyi ve birbirine tahammül edememeyi ancak bu şekilde aşabileceğimize inanıyorum.
[1] Temel Yükleme Hatası ile ilgili özet bir bilgi için bk. Richard E. Nisbett ve Lee Ross, The Person and the Situation (Philadelphia: Temple University Press, 1991)
[2] John Darley ve Bibb Latane, “Bystander Intervention in Emergencies; Diffusion of Responsibility”, Journal of Personality and Social Psychology (1968), sayı 8, s.377-383
[3] Carol Werner ve Pat Parmelee, “Similarity of Activity Preferences Among Friends: Those Who Play Together Stay Together”, Sociology Psychology Quarterly (1979), cilt 42, no. 1, s. 62-66
[4] Judith Rich Harris, The Nurture Assupmtion, New York: Free Press. 1998, s.365