“İyi yahut kötü diye bir şey yoktur, onu öyle gösteren düşüncelerdir.”[1]
Birey olmak çok değerli ve özel. Hepimiz kendi dünyalarımızın hükümdarlarıyız. Bir başka deyişle, her birimiz bireysel olarak kendi algımızın çarpıttığı farklı gerçekliklerde yaşıyoruz. Kişi kendi evreninde neleri yaratıyor, nelerden vazgeçiyor, yasaları ve yaptırımları neler, peki ya erdem ve ahlaka dair o evrende neler söyleniyor gibi başlıkların karakter dediğimiz olgu ile çok fazla bağdaştığı düşüncesindeyim. Karakteri değerleme konusunu -diğer bir deyişle bir insanın kıymetini de- istemsiz olarak ilgi duyduğu şeylerin değeri ile ölçümlüyoruz[2]; bu şeyler ister nesnel ister de düşünsel dünyaya ait olsun. Çünkü kişiye dair bilgi edinebileceğimiz yegâne kaynak burası; kendine dair bize sundukları, sunmayı tercih ettikleri. Bireyin evrenini ancak neyi seçip seçmediğine bakarak tahmin yürütme yoluyla düşleyebiliriz. Kişinin gerçekliğine en yakın olduğumuz yerin tercihleri olması gibi birey de dış dünyanın gerçekliğine ulaşmak konusunda çıkmazdadır. Çok basit bir dış dünya gerçekliği düşünelim. Sabah kafamı kaldırıp bakınca gökyüzünü görüyorum. Mavi mi? Evet mi? Emin misiniz? (Bu soruyu unutmayın, yazının en sonunda sorunun cevabı için bir link bırakacağım.)
Bu yazı özelinde “ben”cil gerçeklik varsayımımızı ve bunun yarattığı tehlikeleri birkaç başlığa ayırarak inceledim.
Bunlar:
Sırayla ilerleyelim.
Algı
Dünyayı nasıl görür, koklar, tadar, duyar ve hissederiz? İnsanlar olarak dış dünyanın aşağı yukarı bizim onu algıladığımız gibi olduğunu varsayarız. Ama yine bireysel “sağduyu”ya dayalı bu çıkarım, filozoflarca geçmişten günümüze eleştirilmiştir. Bizim doğrudan erişebildiğimiz tek şey olan fikirlerimiz ile dış dünya arasında bir “algı perdesi” oluştuğu varsayılır. Bu perdenin, aynı söylemlerin ağızdan ağıza geçtikçe çarpıklaşıp değişmesine benzer bir değişimi imgelediği düşüncesindeyim. Buradaki ağızdan ağıza kısmını da duyuların fikirlere varana dek birçok filtreden geçmesi ile bağdaştırıyorum.
17. yy. filozofu John Locke da, bu fenomeni somutlaştırmak için insan anlayışının içeri ışık girmesine olanak olmayan karanlık bir oda olduğunu söyler. Odanın içine birkaç küçük açıklıktan düşen bazı görüntülerin de dış gerçekliğin zayıf bir yansıması olduğunu, görüntüsü olmayan geri kalan şeylerin de sadece fikirlerine sahip olduğumuzu ifade eder[3]. Ama bu modelde de yine içeri düşen az sayıdaki görüntünün dış dünyadaki nesnelerle paralel olduğu kabulünü yapmaktayız.
Mevzubahis konu özelinde, spektrumun uçları arasında birçok görüş olmakla birlikte bu konudaki en uç yaklaşım Locke’un çağdaşı İrlandalı George Berkeley’e aittir. Berkeley, dış dünyaya birincil elden temas etmek için perdeyi yırtmamızın bir anlamı olmadığını çünkü zaten gerçekliğin, “idea”ların ya da duyumların kendisinden ibaret olduğunu söyler.[4] Burada filozof dış dünyanın algılanıp algılanamadığına dair tüm sorunsalları fiziksel bir dış dünyayı reddederek açıklar; nesnenin kendisi yoksa makul olarak onun bilgisine ulaşıp ulaşamamak da saçma bir tartışmadır. Berkeley kendi döneminde ve sonraki filozoflarca eleştirilmiş olsa da cesaretini takdir etmemek elde değil. Çünkü insan olarak istemsizce yaptığımız bir varsayımı kökten reddediyor.
Dikkatli bakarsak daimî olarak bir eğilimimiz var; sadece veya kısmen zihindeki (“ben”deki) dünyanın, yani algıladığımız dünyanın dış dünya ile bağdaştığını veya en azından benzeştiğini varsayıyoruz. Çünkü gerçeklikten beslenmeyen tamamen kurgusal bir gerçeklik aslında rahatsız edici ve ürkütücü bir fikir. Bu uçlara giden tartışmaların özünü anlamak da bu sorgu ve gerçeğe ulaşma isteğimizi anlamlandırmak adına önemli.
İster algılarımızın hep ya da kısmen ulaşabildiği bir dış gerçeklik olduğunu düşünelim ister gerçekliğin bireyin zihninin dışında olamayacağını, alternatiflerin hepsinde bu gerçeklik durumunun bireyden soyutlanamayacağı açıktır. Kişinin öznelliğinin dünya algısı ile belli ki bir bağlantısı var. Başka bir deyişle dünyanın bireyin verdiği anlamla algılandığını veya bireyin dünyayı algıladığı şekline anlam verdiğini inkâr etmek neredeyse imkânsız. Bu da kendi içinde kendini besleyen bir mekanizma (algıladıklarım ile gerçekliğim oluşuyor, gerçekliğim ile algıladıklarım şekilleniyor) ile “ben”cil gerçekliği yaratıyor. “Ben”cil; çünkü birey dünyayı “ben” merkezli bir şekilde algılar, bu dünyanın kurgusal olduğunu kabul etmenin bu kadar ürkütücü olması da bundandır. Zihnimdeki evrende dünya benim etrafımda dönüyor. Ancak hükümdarı olduğumu sandığım bir boyutun aslında benim hükmümle ve hatta benimle alakası olmadığını fark etmek, işte bu yıkıcıdır. Daha yıkıcı olanı ise kendi kendimi buna inandırdığımı fark etmektir.
Gerçeklik
“Gerçek” ne demektir? Sözlükteki karşılığının ötesinde oldum olası “merkez” ve “yörünge” kavramları ile bağdaşır “gerçek” zihnimde. Bana kalırsa her birey merkezine kendisini, yörüngesine de diğer insanları koyduğu dış dünyadan bağımsız -ben’ci- bir gerçeklik yaratıp o baloncuk sisteminin içinde yaşıyor. Evrensel olarak addedilen kabullerin aslında tüm insanlık tarafından benimsenmediğini öğrenmenin kişileri bunca yıkması da bu baloncuk yüzden. Bir insanı öldürmek herkesçe kabul edilemez değil mesela ya da reşit olma yaşının ülkeler arasında bir standardı yok. Örneğin kendi yaşadığım illerden birinde “kokla” demek yerine “kok” da denirdi. Üniversiteye gelince birine bir çiçek uzatıp “Koksana ne güzel, ne kadar su gibi kokuyor.” dediğimde hem “kok” kısmını hem de “su gibi kokmak” kısmını tuhaf bakışları altında açıklamak zorunda kalmıştım (sonrasında çokça da gülmüştük tabii).
Kendi yaratımımız içinde o denli kaybolup kendi kendimizi manipüle ediyoruz ki geride başka bir şeyin kaldığını hatırlamayı geçelim, hatırlanacak bir şey olduğunu unutuyoruz. Bu ifadelerin herkes tarafından kullanılmadığını öğrendiğim zaman yaşadığım anlık afallama ve gerçeklik sarsıntısı aslında matriste bir delik açılması gibi. Ama sistemimiz öngöremediği her şeyi dışladığı gibi bu yeni girdinin de adapte olabileceği yeni bir sistemi hemen kurup yoluna devam ediyor.
Bu mevzubahis baloncuk gerçekliklerimizi de algılarla inşa ediyoruz ki algılarımızın da bireylerden bağımsız düşünülemeyeceği sonucuna varmıştık. Diğer bir deyişle algılarımızı, merkeze bireyi alan “ben”ciliğimizin filtresinden geçirip oluşturuyoruz. Psikoloji biliminde kişilerin beklentilerinin gözlemi ve gerçeklik algısını değiştirip çarpıttığı[5], bilinçdışı/örtük öğrenme ile de algılarının büyük oranda etkilendikleri ifade edilir[6]. Geri çekilip baktığımızda, yarattığımız sistem içinde herkes kendi hikayesinin baş kahramanı ve tüm diğerleri figüran. Bu anlamda hepimizin doğuştan gururlu olduğumuzu da söylemek mümkündür ki zaten gururdan bağımsız olmakla övünmek de gururların en kötüsüdür.[7]
Birçok etkinin şekillendirmesine açık bireysel gerçekliğimiz, diğer insanların da etkisine açık olsa da bu etkiler kontrol edilebilirdir, en azından bazı filozoflara göre. Stoacı olan Marcus Aurelius bu konuda “Bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin.” der.[8] Aslında dışarıda bir gerçeklik arayışından ziyade alınan girdinin anlamının tamamen ona atfettiğin kadar olduğunu savunur. Hatta bir adım ileri gidip “O insandan o yanlış davranışı beklemediğin için kendi kendini suçlamalısın belki de; çünkü onun bu kötülüğü işleyebileceğini anlayabilmen için yeterince araçlarla donatmıştır seni us, ama bunu unutmuşsun, bunun için de onun bu davranışına şaşıyorsun şimdi” der.[9] Yani herkes kendi algısının yarattığı kanunlardan sorumludur. Tam da burada biraz tehdit altında hissetmeye başlayabiliriz. Çünkü evrensel gerçeklik dediğimiz “2+2” örneğinde biri bir gün çıkıp da cevaba “5” derse, cevabın “4” olduğuna onu nasıl ikna edeceğiz?
Herkesin kendi evrenindeki kendi yasalarından sorumlu olması bilimsel gerçekler gibi katı noktalar konusunda ne diyor? Peki biz gerçekten 2+2’nin 4 ettiğinden emin miyiz? Evet deyip geçmeyin ve durun, gerçekten emin miyiz? Nasıl emin olabiliriz ki? Buradaki çıkış noktası, birçok kişi tarafından “akıl” olarak ifade ediliyor. Başka bir Stoacı olan Seneca’ya göre “aklın verdiği iyilikler gerçektir, sağlam ve süreklidir, düşmez, yok olmaz, hatta azalmaz bile.”[10] Bu yüzden Seneca; ilahi özellikler atfettiği aklı, yaşama dair en küçük noktada dahi doğruyu yanlıştan ayırt edecek tek ölçüt olarak almanın gerekliliğini ortaya koyar. Peki ortak bir akıldan söz edebilir miyiz? Yine birkaç saniye daha durun lütfen, tekrar düşünün. Daha dünyanın düz olup olmadığı konusunda bile anlaşamazken? Veya insanları inandıkları din konusunda kendi doğrularımıza uymadıkları için işkence ederek öldürürken? Ya da dünyadaki neredeyse her farklı kültürün kendi doğruları ile hukuk sistemi yarattıklarını ve hatta bu sistemler ile farklı kültürlerde farklı doğrularla yetişmiş olsa bile herkesi aynı doğru normları ile yargıladıklarını bilirken?
Yeni Dünya Düzeni
Ne yazık ki artık filozofların akla bunca güvendiği dönemlerdeki fikirlerin kapsama alanlarından çıktık. Bu uzaklaşma geçen yıllarla değil sahip olduğumuz araçlar ve bizi şekillendiren unsurların artık kavrayışımızın ötesine geçmesi ile oldu. Kendi algısı ile körleşmiş devasa bir toplumda ve hatta evrende yaşıyoruz. Böyle düşündüğümüzde evrimsel olarak “ben”ci olan bir algıyı; daha da besleyen ve hatta bunu iş modeline dönüştürerek hayal edemeyeceğimiz paralar kazanan, geleceğini öngöremediğimiz sistemlerle karşı karşıyayız. Çarpıtılmaya ve “ben” için en mükemmel ve memnun edici matrisi yaratmaya eğilimli beyinlere sahip kitleleri dilediğimiz yöne doğru yontmanın inanılmaz distopik bir yanı olduğunu hep düşünüyordum. Son dönemde Netflix’ten “The Social Dilemma” isimli bir belgesel izledim ve bu ürküntüm yine hortladı. Daha ben ona ihtiyacım olduğunu fark edemeden bunu algılayıp bana alternatifler sunan algoritmaların karşısında benim vahşi doğada hayatta kalmak üzerine evrimleşmiş beynimin ne kadar şansı var? Bunu düşünmek gerçekten korkunç.
Ben şu anda 20 yaşında bir genç olarak “dijital yerli” ve “dijital göçmen”[11] tanımlarının kesiştiği bir tarihte veya ortamda büyüdüm. Teknolojinin hayatıma girişine, gittikçe hayatımı kapsayışına ve hatta onu ele geçirip kendi dışındaki neredeyse her şeyi dışlayan bir dünya yaratımına birincil elden tanık oldum. Kitaplarla zaman yolculuğuna çıktığım zamanlar gördüğüm kavramlar, derinlikli tartışmalar, büyük ideolojiler, kitleleri etkilemiş düşünsel akımlar ve daha nicesi sanki başka bir boyuttan kopup da önüme düşmüş gibi hissettirmeye ben lisedeyken başladı. Artık etrafıma baktığımda içim ürpermeden gezmek çok daha zor, herkesin (ne kadar mücadele etmeye çalışsam da ben dahil) kendileri için dizayn edilmiş, kendileri gibi düşünmeyen insanların olmadığı, değer ve düşüncelerin bir doğruluk ve akıl düzleminde değil de popülerlik düzleminde borsa hisseleri gibi değerlendiği bir dünya görmek gerçekten tüylerimi diken diken ediyor. Özellikle de nitel veya nicel anlamda güçlü sayılabilecek bir grubun parçası olduğuna inandığımızda zalimleşen, hoyratlaşan ve hatta sağırlaşan ilkel beyinlerimizin; kontrolü aklımızdan ziyade tutkularımıza vermeye meylettiğini bildiğim için[12].
Kendimi, yarattığım “ben”cil gerçekliğimi şekillendirme iznimi satmadığım bir dünya istiyorum. Anlam, cüret/had, ayıp, özgürlük, sınır, saygı, değer, güven ve anlayış gibi kavramların içinin boşalmadığı bir dünya… Çünkü zaten her birimiz kendi gerçekliğini yaşarken ortak bir noktada buluşmak her zamankinden zor. Bizi daha da ayrıştıran yönlendirilmiş öznel gerçeklik ise daha da derin bir uçurum yaratıyor. Bu bana, hala aynı dili konuşabiliyorken farklılıkları duymak için izin verilen son çağdaymışız hissini veriyor.
Burada sırasıyla çözümlediğimiz 3 tane varsayım söz konusu:
Gerçekliklerimizi ister tamamen dış dünyaya ister tamamen zihnimize borçlu olalım bireysel anlamdaki bu yaratı, karşılıklı anlayışı gereksiyor. Karşımdakini anlayabilmeliyim, en azından duyabilmeliyim ki temel noktalarda birleşebilme olasılığımız olsun. Öznel algı perdelerimizin ötesine geçip karşıdakinin dünyasına girerek herkesin “ben” dünyasındaki ortak noktaları yakalayabilmek; üzerinde uzlaşılacak insani hak, özgürlük, etik, ahlak noktalarını mümkün kılabilecek yegâne şey gibi. Bence en temel nokta olan ortak ahlak ve etik konularında bir araya gelebilmenin ilk koşulu da, “ben”cil gerçekliklere ulaşabildikten sonra onları akıl düzleminde anlamlandırabilmek. Eğer hala “akıl” sağlığımız yerindeyse paralellikler bulabileceğimize inanmayı içten içe kıvranarak arzuluyorum.
Her kavramı ve değeri sorguladığımız bu postmodern dönemde cevapları kolay olmayan sorular soruyorum belki de. Ama bu cevapları vermek zorundayız. Bu felsefi bir tartışma değil. Mevzu, “gerçek”in neslinin tükenmesi tehlikesi. Ve bir kez ve bu kez tamamen bireyselleşmemiş gerçekliğimizi kaybedersek dönebileceğimiz başka kolektif bir çatı kalmayacak. Anlamadığı dili konuşan insanları dünya üzerinden silerken onların insan olmadığını hukuki ve dini metinlerle destekleyen bir neslin çocuklarıyız.[13] Bu, insanları tehdit eden bir durum değil; insanlık tehdit altında. Tehlikenin farkında mısınız?
İlk paragraftaki soru için bakınız: Gökyüzü ne renktir?
Cevap: https://evrimagaci.org/gokyuzunun-renkleri-gokyuzu-neden-mavi-gun-batiminda-neden-kirmizi-olur-2990
[1] William Shakespeare (2008) Hamlet. Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları-Hasan Ali Yücel Klasikleri, İstanbul, 3. Baskı, s.63.
[2] Marcus Aurelius (2013) Düşünceler. Çeviren: Şadan Karadeniz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 15. Basım, VII. Kitap, s.90.
[3] Bk. “Temsili Gerçeklik”, John Locke.
[4] Berkeley’in İmmateryalist Kuramı “ İnsanlar arasında tuhaf bir biçimde hüküm süren görüşe göre evler, dağlar, ırmaklar, kısaca duyumsanabilir nesneler, algılanışlarının dışında bir de doğal ya da gerçek bir varoluşa sahiptirler.” (1710)
[5] Daniel L. Schacter, Daniel T. Gilbert, Daniel M. Wegner, Matthew K. Nock (2014) Psychology, Worth Publishers, s.46.
[6] age. (2014), s.300.
[7] Marcus Aurelius (2013) Düşünceler. Çeviren: Şadan Karadeniz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 15. Basım, XII. Kitap, s. 156.
[8] Marcus Aurelius (2013) Düşünceler. Çeviren: Şadan Karadeniz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 15. Basım, VIII. Kitap, s. 110.
[9] Marcus Aurelius (2013) Düşünceler. Çeviren: Şadan Karadeniz, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 15. Basım, IX. Kitap, s. 124.
[10] Seneca Lucius Annaeus (1999) Ahlâki Mektuplar Epistulae Morales. Çeviren: Türkan Uzel, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1.Basım, s. 16-17.
[11] Detaylı bilgi için bk. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/411659
[12] “Tutkuların varlığı bizim gücümüz dışındaysa, yayılmaları da gücümüz dışındadır. Başlamalarına bir kez izin verirsen kendi kendilerine büyüyeceklerdir.” – Seneca Lucius Annaeus (2014) Tanrısal Öngörü. Çeviren: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yayınları, İstanbul, 2.Baskı, s. 12-13.
[13] “Amerika’nın birçok bölgesinde Kızılderililerin İncil’de yok edilmesi emredilen ırk olduğu iddiasıyla seri katliamlar işlendi. Kızılderililer, insan-altı yaratıklar olarak kabul edildiler; sömürülmeleri ve boğazlanmaları ilâhî bir etkinlikti. Hristiyanlığa geçmeye direnen Kızılderililer için kanunlar çıkartıldı, onlar için ölüm cezası uygun görüldü.” – https://www.kreatifbiri.com/bir-medeniyetin-cokusu-kizilderili-soykirimi/