Geçen hafta sonu kendimi ödüllendirdim ve tüm öğleden sonra bir yürüyüş yaptım. Taksim’den Cihangir’e, oradan Galata’ya uzanan bir rota boyunca yürüdüm. Müzik dinlemedim. Kitap okumadım. Bir şeyler “tüketmedim” kısacası. Sadece yürüdüm. Ve izledim. İnsanları izledim. Kaldırımda yürüyenleri, metro çıkışında koşanları, fotoğraf çekenleri ve beğenmeyip tekrar tekrar çektirenleri, telefonundaki haritayı takip edenleri ve kaybolanları ama inatla kendi etraflarında dönüp doğru yönü bulmaya çalışanları, eğilip kedileri sevenleri ama köpeklerden korkanları, sokak köşelerine oturmuş kadınları ve seksek oynayan çocukları, bakıp görmeyen gür sesli dükkan sahiplerini, mekanlarda birbirlerini izleyenleri ama başka masalarda oturanları, birlikte oturmalarına rağmen başka şehirlerde ve belki başka kişilerde olanları… Gözüme tüm gezim boyunca 3 kişiyi kestirdim; şimdiki hayatlarını, oldukları kişileri, yapmaları gereken işleri ama aslında içlerinden geçenleri, karşılarındakini dinlerken zihinlerinden geçen monologları tahmin etmeye çalıştım. Bu elbette sapık bir arayıştan ziyade şu an okuduğunuz bu yazı için notlar aldığım bir deneme ve keşfetme süreciydi. Fakat kabul ediyorum ki, fazlasıyla da eğlendim.
İnsanlara dair olan bu merak, küçüklüğümden beri benimle. Önceden bunun patavatsızlık olarak algılanacağını bilmeden çocuk aklımla ilgimin ve dikkatimin muhataplarına sorardım da: “Kaç yaşındasınız? Ohoo, o yaşa göre yaşlı hissetmiyor musunuz? Peki şimdi ne yapıyorsunuz? Kaybettiğiniz için en çok üzüldüğünüz şey ne? Çorapları sever misiniz, peki ya neden farklı farklı giymiyorsunuz? Üniversiteyi bırakmışsınız, neden, böylesi daha mı iyi oldu? Neden sahaf oldunuz, akşama kadar sıkılmıyor musunuz? Bir insan neden evlenir, gerçekten şimdi daha mı mutlusunuz, peki ya o zaman neden kocanızdan sürekli şikâyet ediyorsunuz? Neden yaramazlık yapacağını bile bile çocuk yaptınız? Madem yaptınız neden ona sürekli kızıyorsunuz?”… Dürüst olmak gerekirse, hala böyle sorular soruyorum ama artık süsleyip kılıfına uydurarak diyelim.
Bana dünya üzerinde, bunca farklı ve eşsiz hayata sahip bu kadar çok insanın olması her zaman fazlasıyla ilginç gelmiştir. Durup hayata bakabildiğim zamanlar, içimi piyangodan 7,78 milyar tane kitap kazanmışım ama hayatta sadece 79 yılım varmış gibi memnuniyet içeren bir burukluk kaplar. Her biri kendine has, her biri eşsiz ve her birinin diğeri üzerindeki etkisi tahmin edebileceğimden çok daha güçlü olan ortalama 7,78 milyar hayat. Sorular sorulmayı bekleyen, cevapların hepsine olmasa da bendekinden çok daha fazlasına sahip olan bu kadar çok kişi… İnsan durup derin bir nefes almaktan kendini alamıyor, en azından benim için böyle. Şimdi düşünelim; tüm bu kitaplara nasıl yaklaştığımızı, ne kadar farkında olarak özenle eğildiğimizi, ne kadarını gerçekten okuyup ne kadarının devamını bileceğimizi varsayarak yarıda bıraktığımızı… Ama bu sefer tersten bir akış izleyeceğim, önce “Neden?” i sonra “Ne?”yi konuşacağız.
Neden?
İçgüdüsel olarak büyük hikayeler dinlemek isteriz: Thomas Hardy’den iç burkan bir hüznü, Gaston Leroux’dan çaresizlikle beslenen ve gerçekleşmese de böyle güzel olan umudu, Charlotte Brontë’den metaneti, tamahkarlığı ve belki de diğerkâmlığı, Alexandre Dumas fils’ten ise –neyse yaprak sarması, söylediğin gibi bu şubat ayının konusu-… Kitap okurken verdiğimiz dikkati ve oradaki açlığımızı nadiren karşımızdakileri dinlerken gösterdiğimizi fark ettiğimde gerçekten üzülmüştüm. Bunu başta yetişkinlerde gördüğümü hatırlıyorum. Bir buluşmada 5 kadın oturmuş o an çözemediğim için sinirlendiğim bir sırayla kendi hayatlarından bahsediyorlardı. Herkes birbirini dinliyormuş gibi görünüyordu, haliyle ben de öyle varsaydım. Birinin hafta sonunu anlatması her bittiğinde üstüne neredeyse hiç yorum yapılmadan sıradaki kişinin kendi hafta sonunu konuşması bana tuhaf gelmişti. Herkesin kendi konuşma sırasını beklediğini fark ettiğim an, “Acaba olay herkesin rapor vermesi mi?” diye içimden geçirmiştim. Peki kime, neyin raporu veriliyordu? Anneme bunun böyle olup olmadığını sorduğumda annemin şaşırıp aslında öyle olmadığını, herkesin birbirini dinlediğini ama çok fazla yorum yapmanın münasebetsizlik olabileceğini açıklamaya çalıştığını hatırlıyorum. Ben pek de ikna olmamıştım ama meseleyi orada bıraktım. İşin ilginç yanı dönüp baktığımda, gerçekten de o kadınların hepsi konuşma sırası kendilerine gelsin diye bekleyip söylenenleri duyuyor ama dinlemiyorlardı. Elbette ben 10 yaşımdaki halimle dünya üstündeki en bilge insan falan değildim ama içgüdüsel bir soru sormuştum: Neden duymayan kulaklar için bunca anlatmaya çalışıyor ve kendimizdeki bu duyulma ihtiyacını bildiğimiz halde sağır geziyorduk? Bizi dinlenilmeye değer diğerlerini buna değmez kılan şey neydi?
Kafamızda yarattığımız değer yargıları ve neyin daha iyi neyin daha kötü olduğuna dair kendinden komik derecede emin kararlarımızın kurbanı olarak yaşıyoruz. Yaşamın ve yine bu ön yargılarla kurduğumuz kurguların genel kurallarını da varsayıyoruz. Bunlar aynı zamanda bizim algımızı ve davranışlarımızın eğilimini belirliyor. Aynı şekilde, kişilere de peşin değerler biçiyoruz. “Hımm, sanırım bu kişi tanımaya değer, farklı birine benziyor.” veya “Hımm bu ilginç bir karakter, diğerlerinden farklı, neler yaşamış acaba?” gibi cümlelerle belki de hayatlarımıza kişileri katıp daha sahip olmadan da kişiler eksiltiyoruz. Hani “farklı” aslında itici bir kavramdı, bizi rahatsız ederdi (bk. bir önceki yazımız)? Bana, konfor alanımızdan dışarı itilmeyi içten içe isterken bunu kendimiz yapmaya ne gücümüz ne isteğimiz ne de belki belli bir seviyeye kadar cesaretimiz varmış gibi geliyor. Ama aynı zamanda, birinin gelip bizi o korunaklı kozadan dışarı itmesine seve seve izin verip havada süzüldüğümüzü ve yaşadığımızı hissetmek için içten içe yanıp tutuşan da bir güruhuz gibi. Buradaki çelişkiyi anlamlandırmak için devreye referans sistemi yaklaşımını sokmak istiyorum.
Referans Sistemi
Bir olgunun bir tanımı olamaz. İçinde olduğumuz referans sistemine göre o olguyu algılarız. Bu algı, o olgunun kendisi değil; bizim durduğumuz yerden görünüşü ve olduğu yerden diğerleriyle olan ilişkisidir. Özetle; benim durduğum yerden baktığımda karşımdaki kitap bana şu anda göründüğü haliyle, tavandan bakan biri için ise bambaşka bir şekilde görünür. Çünkü referans noktalarımız -durup baktığımız yerler- farklı. Bir şey’in bilgisine elimizden geldiğince yakınlaşabilmek için de bu senaryoda referans sistemini çeşitlendirmek ve baktığımız şeyi tüm yön ve boyutlarıyla algılamaya çalışmak gerekir. Aynı şekilde, dünyanın dışına çıkıp onu kucaklayabileceğimiz bir bakış açısından; herkes hayatlarının olduğu gibi devam etmesini, bu akışı bozacak en ufak paraziti istemeksizin sürüp gitmesini istiyor olabilir. Hatta konfor alanının içinde kalma eğilimini haklı çıkaracak hikayeleri anlatıp durarak, kendimize ve hayata dair ister dini ister ideolojik (bana kalırsa herhangi bir dine mensup olmak da ideolojik bir taraf tutmadır ama bunu burada açmayacağım) temellendirmeler yaparak halihazırda hayatlarımızı stabil tutmaya ve standardize etmeye çalışıyoruz. Bu referans noktasından bilinen güvenli, farklı ise istenmeyen ve hatta genel düzen için sıkıntılı.
Referans sistemini bireye çekecek olursak monotonluk ve bilinenler güvenli olsa da sıkıcı, boğucu. Her günün aynı oluşunun yumuşacık duvarları olan korunaklı fakat dapdar bir oda gibi olduğunu hissetmiyorsak bu sadece gündelik koşuşturmalar ile kendimizi giderek daha fazla uyuşturuyor olmamızdan. Referans sistemi bireye çekildiğinde rahatlık ve farklı birbirleriyle olan ilişkileri üzerinden yeniden değerlendirilmek üzere çarpışır. Benim öne sürdüğüm düşünce, burada ibrenin farklı yönünde olacağı. Yani, hayatlarımız monotonlaşmak eğiliminde olduğundan modern insan da günün sonunda sürekli bir yenilik ve farklılık arayışında. Kabul ediyorum ki bu belki uzun süreli bir oluş olmayacak. Karşı cinsimizi temsil eden ebeveynlerimize benzeyen partnerleri seçmemiz bunun güzel bir örneği, aslında öne sürdüğüm görüşe karşı olarak basitçe bildiğimiz fonksiyonlara çekiliyoruz. Uzun vadede bilinene gitme izlenen bir eğilim olsa da ben bu yazı özelinde farklı olana sürekli duyulan açlığı ve bunun arayışını işliyorum.
Ne?
Farklının gerekliliğinin altını çizdiğimize ve mekanizmaya yerleştirdiğimize göre farklının ne demek olduğunu netleştirmek kalıyor geriye.
Fark ne demek? TDK’ye göre “Bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılık, benzer şeyleri birbirinden ayıran özellik, başkalık, ayrım, nüans.” şeklinde tanımlanıyor. Sırayla parçalayalım tanımı, fiziksel ve zihinsel düzeyde basit iki inceleme yapalım.
İster teist ister ateist bir yaklaşımla mercek altına alınsın, nesilleri geriye doğru izlediğimizde bir ağacın dallanması gibi çoğaldığımız konusunda hepimiz hemfikiriz. Bu anlayışla bakıldığında, genetik geçmişimizi -anne babamızı, onların anne babasını ve onların da ve onların da ve daha birkaç yüz tanesinin de- takip edersek temel bir ağaç gövdesine varırız. Bu da bizi iki sonuca vardırır: Aslında hepimiz temel genetik kodları paylaşıyoruz ve her yeni nesil ile birbirimizden çok küçük nüanslarla ayrılıyoruz. Öyleyse hadi biraz verilerle konuşalım.
İnsanların DNA dizileri ortalama %99,9 oranında benzerlik gösterir, geri kalan ortalama %0,1 de çevre etkisi ile birleşip bizi farklılaştıran kısımdır. Birbirimizden fiziken bu kadar ayrışık olmamız, temelde parçaların çok sayıda olmasından kaynaklanır. Parça parça çok yakınsıyor olsak bile bütüne bakıldığında birbirinden başka bir sürü parçadan oluşuyoruz. Bu parçalar özelinde, her bir farklılığın aynı yerde olduğu aynı kombinasyonu yakalamak matematiksel olarak mümkün olsa da imkansıza yakındır. Çünkü DNA’mızdan kaynaklı başkalaşmalar, sadece %0,1’lik değişiklik gösteren kısmın bir anda yeşil göz özelliği yaratması şeklinde de gerçekleşmez. O genin diğer gen parçalarıyla kurduğu ilişkisi üzerinden şekillenir. Çok basit düzeyde somutlamak gerekirse, A geni yeşil göz geni değil; A’nın B, C ve D ile belli bir düzende kurduğu ilişki yeşil göz çıktısı yaratır. 1-2 yıl önce ağustos ayında BMC Biology dergisinde yayınlanan bir makalede okuduğuma göre, belirlenen toplam gen sayımız 19.901’den 21.306’ya çıkmıştı. Şimdi kabaca her birinin diğeriyle olan etkileşimini ve bunun aynı olma olasılığını gözünüzün önüne getirin. Bu, genlerin birbiriyle etkileşim türü sayısını -örneğin genler birbiriyle 5 şekilde bağ kurabiliyor olsun- 21.306 kez kendisiyle çarpıp bu olasılıklardan uygun olan birkaç tanesini kabul etmek demek. Evet, işte bu nedenle imkânsız kabul ediliyor. Şimdi bilimsel sesimi kısarak devam ediyorum.
Fiziğimizin genlerimizle şekillenmesi gibi karakterimiz de genlerimizden ve genetik hafızamızdan bağımsız düşünülemez. Aslında zihnimde, beynimizi iflah olmaz bir madde bağımlısı olarak resmediyorum ben. Çünkü beynim sürekli bir kimyasal açlığı ve tüketimi içinde, belli kimyasallar ve uyarıcılar olmazsa ortada “ben” diye bir şey kalmaz. Benim ruh halimden bakış açımın karakterine -gerçekçi, hayalci, iyimser, katı- her şey bu kimyasallara bağlı. Bu kimyasal seviyeleri de -sağlıklı bir ortalaması olsa da- kişiden kişiye sıklıkla değişmekte, elbette birlikte oluşturdukları kombinasyonlar da. Her şey yeterince karışmamış gibi çevresel faktörleri de devreye sokalım. Herkesin doğumdan ölüme birbirinin aynısı olması bu sefer daha büyük bir imkânsız kabul edilen tecrübeler zinciri örmekte, biz buna kısaca yaşamak diyoruz. Her bir tecrübe de yine kendinden önceki ve sonrakilerden ayrı düşünülemez. Haliyle bu da eşsizliği getirir. %0,1’lik gibi küçük(!) bir oranda ayrışmamız sonucunda bile geriye “aynı” herhangi bir şey kaldığını hissediyor musunuz?
“Başkalık, ayrım, nüans” noktalarımız bunca derinken nasıl bunca benzeşebiliyoruz? Çünkü birlikte yaşıyoruz ve belli “olması gerekenler” listelerine sahibiz. Bunun evrimsel arka planı -hayatta kalmamızı sağlayacak davranış kalıpları genel olarak belli- çok güçlü olmakla birlikte birbirimizi de fazlasıyla etkiliyoruz. Kendimiz dahil herkesi belli kalıplara sokmaya doğuştan eğilimliyiz. Çünkü hatırlayın, dünyanın üstüne çıkıp baktığımızda sistemin işlemesi gerek, farklı olan burada istenmeyen üvey evlat. Sonuç olarak, elimizde bir adet diğerleriyle parça parça benzeşen ama bütüne bakıldığında eşsiz olmasına rağmen aynılaştırılmaya çalışılan birey ile kalakaldık.
Madem…
Madem hepimiz küçücük bir değişimin sebep olduğu devasa bir başkalaşım sonucu birbirimizden farklıyız; herkesin duyulması ve hatta dinlenilmesi, sayfalarının açılıp “merakla” karıştırılması gerek. 7,78 milyar kitabın hepsini okuyamayız belki evet ama zaten önemli olan bir kişinin herkesi okuması değil. Herkesin, bir diğerinin sayfalarının karıştırılmaya değer olduğunun farkında olması. Biriyle karşılaşınca, bize belki önceden denk geldiğimiz kişilere benzer tatları verse de her bir kişinin bizim dışımızda hayal edemeyeceğimiz bir sürü başka başka olaylar yaşayıp o an bizimle belki de katrilyonda bir gerçekleşmiş bir olasılık sonucu konuştuğunu kendimize hatırlatmamız gerek. Böyle bakınca her yaşanan, sonsuz olasılıklardan biri olduğu için bir anda farklı ve eşsiz oluşu ile inanılmaz değerli hale geliyor. Yani özetle, hepimiz farklıyız ve bu bizi dikkate, duyulmaya, görülmeye, tadılmaya, koklanmaya ve hissedilmeye değer kılıyor. Zihnimizde “basit, değerli, tuhaf, soluk…” gibi etiketler atadığımız bireylerin sadece farklı oluşlarının bir anda tüm denklemi altüst ettiğini öne sürüyorum. Çünkü hepimiz gerçekleşmesi imkansıza yakın kabul edilen olasılıklar bütünüyüz. Bugün bu yazıyı bir başkası değil de siz okuyorsanız, bu sabah içtiğiniz kahveden şu anda bu yazıyı okumaya karar vermenize sebep olan düşünce zincirlerine kadar bu gerçekleşen aslında imkânsız bir olay. Dikkatli bakarsak aslında her şey imkânsız. Fakat gerçekleşiyor.
Şimdi durup derin bir nefes alalım ve buraya kadar altını çizdiklerimizi bir toparlayalım:
Madem bu kadar başka başka ve kendi özelinde değerli insan var, o zaman biri için zorlarcasına çabalamak neden? Bu sorunsal, bazılarında gözlemlediğim gibi önü alınamaz bir yeme bozukluğunu andıran bir keşfetme (hatta bence direkt “tüketme”) açlığı yaratabilir. Bireylerin ve uğruna verilecek mücadelenin değersizleşmesine sebep olabilir. Bu da bizi bu ayki düşünce tartışmamızın son başlığına getiriyor.
Doymak Bilmez Açlığımız vs Mücadele
Bu kadar çok insan olmasına bakarak işler her dilediğimiz gibi gitmediğinde “…; neyse artık, bir başkasında şu şu şu hataları yapmam.” ya da “…ben bu kadar çabaladım, olmuyorsa n’apalım, daha keşfedilecek çok kitap var.” gibi düşüncelere kapılmak bana kalırsa gerçekten yaklaşımsal olarak enfekte bir oluş. Çünkü evet, istediğimiz şeyleri yaşamak için olması için çabalayıp denediğimiz halde olmuyorsa herhangi bir konuda aşırı ısrarcı olmamak gerek. Ama mücadele bu konuda nerede duruyor?
Görmezsek tüm resme kör olacağımız bir nokta var: Kişilerle denk gelişlerimiz hava durumu gibi. Geçici ve bir daha asla aynı şekilde gerçekleşmeyecek bir “imkânsız”. Düşünüyorum da, bu da mücadele etmeye değer değilse ne değer? Zaten şu anda baktığım kişi olasılıksızlığın vücut bulmuş hali, sonsuzluktan çıkmaya cüret edip karşıma dikilmiş, “Ben buradayım, dinle beni!” diyor. “Tam bu değil, aslında keşke şu da olsa…”, “Her şey örtüşüyor ama şu özelliği yok mu…” veya “Herkeste beğendiğim bir şeyler var; kimisinin şununu kimisinin şununu seviyorum ama parça parça.” gibisinden cümleler ne kadar “kalp” kırıcı aslında. Bunlar sonu olmayan sürekli bir arayışın ve boşlukta salınımın yankıları. Bu; 7,78 milyar kitaba bakıp her birinin iyi yönlerini görebilen ama aralarından en iyisine karar veremeyip “bolluk paradoksu” -fenomeni tam olarak anlamak için Barry Schwartz’ın aynı isimli kitabını inceleyebilirsiniz- yaşayan birinin bir karar krizi görünüşlü bir kalp krizi. Buradaki karar krizi söylediğim gibi yaklaşımla alakalı. Her şeye sahip olmaya çalışırken elimizdeki nice imkânsızı harcıyoruz. Bu da ülkemizde kişilere verilen değerin enflasyonunu yükseltiyor, sahip olduğumuzdan fazlasını harcıyoruz, değerimiz değersizleşiyor.
Eğer farklının farklıdan üstün değil sadece farklı olduğunu kabul edebilir ve hayatlarımızdaki kişileri borsa hisselerinden kazançlarımızmışçasına maksimize etmeye çalışmazsak gerçekten her bireye dikkat edebilir, anlayabilir ve farklı olduğu noktaları görüp takdir edebiliriz. Günün sonunda hepimiz aynı bu yazıda italik yazılan 32 adet farklı kelimesi gibi farklıyız, bu bizi eşsizliğimiz üzerinden bile fazlasıyla değerli kılıyor. İmkânsız oluşumuzla gurur duymalıyız. Sahip olmadığımız imkânsız kitaplar için de kütüphanemizdeki diğer imkânsız kitapları feda ederek kısıtlı hayatlarımızda hiç kitap okuyamamış olmamak için belli bir yerden sonra “durup” dinlemeli ve anlamaya çalışmalıyız. Çünkü bana kalırsa; sahip olmadığımız olasılıksızlıklar için denk geldiğimiz nicesini düşüncesizce harcamak yerine önce koklayıp sonra özenle kapağını açarak kitabın içine düşmek, günümüzün maymun iştahlı güruhundan farklılaşmamız gereken yegâne nokta. Değeri, şey’lerin nicelikleri ve nitelikleri değil bizim onlara yüklediğimiz anlamlar belirler.
Sürekli birkaç sayfa çevirip zorlanılan ilk anda kitabı bırakmak ve yenisini ele almak, sonra onu da 7 sayfa sonra bırakmak ve doymak bilmez bir şekilde başka bir tanesine açlık duymak…
Bunun sonu yok. Gerçekten yok.
Koklayıp benimseyemedikten, açıp okuyamadıktan sonra birbirinden farklı yüzlerce kitabım olmuş, ne yazar?
Karşınıza dikilmeye cüret eden imkansızlara bir daha bakın; bugün oradalar, peki yarın?