Dünya, geçmişten günümüze Kara Veba ve İspanyol Gribi gibi birçok salgınla karşı karşıya geldi. Ancak 2020 yılı içerisinde tanışıp yaşamımıza istemeyerek aldığımız COVID-19 salgınıyla karşılaştırdığımızda, insanlık olarak çok daha farklı yaşam koşullarına sahibiz. Küreselleşmiş olan ve insanların topluluklara bağımlı hale geldiği güncel hayat düzenimizde, birden ortaya çıkan bir virüsün ne kadar hızlı yayılabileceğini fark ettik. Aynı zamanda dijital imkanlar ile bilginin ne kadar hızlı aktarılabildiğini ve standartlarımız değişse de alternatif yollara hangi hız ile adapte olabileceğimizi gördük. Bunlar insanlık tarihi için inanılmaz kıymetli çıktılar olsa da hâlen çözülememiş bir salgın ile karşı karşıyayız. Eski hayat alışkanlıklarımızı devam ettirmeye çalışırken yeni normları da istemeden kabullenmeye başlıyoruz. Kısaca, günün sonunda net bir çıktı var. O da, dünyamızın artık dörtte üç oranında denizden ve dörtte bir oranında da kara parçasından meydana gelmediğidir. Bir bunlar kadar da dijital alanımız olduğunu, hatta belki de daha fazlasının varlığını artık kabullenmemiz gerekiyordur. Yine de eksik hissettiren birtakım durumlar var. Doğru gelmeyen bazı noktalar… Aslında aradığımız bir teselli var. Bu yazıda sizlerle birlikte biraz bunu ele alalım istiyorum. Dijital neleri getirdi? Bizler nasıl sorgulama yapmalıyız? Beyin fırtınası yapalım istiyorum.
Platon’un “Sokrates’in Savunması” kitabını henüz yeni okuma fırsatım olduğu için düşünmeden edemiyorum. Acaba MÖ 399 yılında ölmüş olan Sokrates, son savunmasını yaparken miras bıraktığı duruşunun, bugünleri yaşayacağını düşünmüş müydü? Durumu kısaca anlatabilmek için Fransız ressam Jacques-Louis David’in 1787 yılında yaptığı “Sokrates’in Ölümü” adlı tabloyu aşağıya koyuyorum.
Tablonun merkezinde dik oturuşu ile Sokrates’i görüyoruz. Ölümünden hemen öncesinin resmedildiği bu anları ressam, Platon’un anlatıları üzerinden şekillendirmiş. Sokrates’in ayak ucunda uyur gibi oturan kişinin de, yanında duran parşömenden dolayı Platon olduğunu anlayabiliyoruz. Burada ilginç olan bir nokta var. Yargılanarak ölüme mahkûm edilen Sokrates’in, yaşamını sonlandırmak için bir eli ile baldıran zehrine uzanırken, öteki eli ile halen öğretici duruşunu koruduğunu gözlemliyoruz. Olanı kabullendiği gibi kendinden de kesinlikle ödün vermiyor. Son anlarında bile öğretilerini paylaşıyor. Şu sıralar geçmişi ve geleceği pandemi ile bağdaştırma eğiliminde olduğum için bu tablo aklıma şu soruyu getiriyor: Pandeminin bizleri belirsizliğe mahkûm ettiği bugünlerde bizler durumumuzu ne kadar kabullenebildik ve hayata karşı duruşumuzu ne kadar koruyabiliyoruz? Aradan yaklaşık 2400 yıl geçmişken bir düşünürün olgunluğu günümüz toplumları tarafından ne kadar içselleştirilebildi?
Çok da içselleştirilememiş olsa gerek ki dünyada baskılanmaya çalışılan bir kaos var. Ekonomik veriler negatif olarak seyrederken kimse dünyadaki güncel sistemlerin reforma ihtiyacı olduğunu kabullenmek istemiyor. Neye alışıldıysa onun korunması için uzun vadede bizleri zora sokabilecek çözümlemeler üzerindeki ısrar devam ediyor. Bu konuda ekonomi ve eğitim belki de en göze çarpanları. Özellikle bir öğrenci olarak benim gözüme çarptığı kesinlikle söylenebilir. Örneğin ekonomik anlamda, kapital sistemlerin olayları çözümlemek adına başka bir problem olacak olan borçlanma ve piyasaya aşırı para enjekte etmesini merakla takip ediyorum. Henüz 2008 krizinden dolayı piyasaya sunulan doları, faiz ile yeni toplamaya başlamış olan FED; şimdiden 2008 krizine kıyasla çok daha fazla parayı piyasaya dağıttı. Daha da dağıtmaya devam edecek gibi gözüküyor. Zamanı geldiğinde bu paranın piyasadan toplanışı hangi ülkeleri nasıl etkileyecek çok merak ediyorum. Şu an için ekonomik verileri ilgiyle takip etmekle beraber pandemiden etkilenen eğitimi ise direkt olarak inceleme fırsatım oluyor. Peki eğitimde durumumuzu biliyor veya duruşumuzu koruyabiliyor muyuz?
Öncelikle dikkatinizi çekmek istediğim bir noktayı paylaşmak istiyorum. Eğitimdeki duruşun korunması demek, geleneksel metotları devam ettirmeye çalışmak olmamalı. Eğitimdeki duruşumuz, öğrenmeyi ve öğretmeyi sürdürmek için çağın imkanlarını etkili olarak kullanmak olmalı. Bunu yapabilmek için ise durumumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Mesela, uzaktan eğitime geçmek zorunda kalmış olan kurumların geleneksel olarak sayılabilecek olan ödevlerden daha fazla veriyor oluşu herhangi bir açığı kapatmıyor. Bunu maalesef geçtiğimiz bahar döneminde birçok öğrenci deneyimledi. Neredeyse bütün genç arkadaşlarımın hayatı sürekli ödev yapmak oldu. Zaten öğretim kabiliyetlerinin zayıf olduğu kurumlara sahipken, bir de bu zayıf özelliklerin hayatımızı domine edişine şahit olmak zorunda kaldık. Ki bence bu, gençler açısından sistemin öğretim mekanizmalarına olan güveni inanılmaz bir şekilde sarstı.
Eğitim konusunda eleştiriyi biraz daha genişletmek ve ardından eğitimin dijital tarafını kısaca yorumlamak istiyorum. Bahsettiğim güvenin sarsılışını ülkemiz bazında söylemiyorum sadece. Uluslararası çapta bir sarsılma yaşanıyor. Pandemiden ötürü dijitalleşmek zorunda kalan kurumların geleneksel metotları zorluyor oluşu, kazanımların düşmesine rağmen eğitim ücretlerinin sabit veya daha yüksek tutulması ve insanların okul ortamı haricinde adil şartlara sahip olmadığının görmezden gelinmesi gerçekten üzücü. İnsan; kurumların, çağımızın enstrümanları ile daha stratejik adımlar atabilmesini istiyor ama Sokrates’i yargılayan 500 kişilik jüriden farksız, üstten bir yaklaşım ile etkisiz kaldıklarını izliyoruz. Duruştan yoksun, kısa vadeli ve günü kurtarmaya çalışan dar açılı politikalar gözlemliyoruz. Ancak unutmamalı ki toplum o 500 jüriyi sonradan dışladı. Sokrates’i yargılanması için mahkemeye veren kişiler ise sürgün edildi. O yüzden bugün atılan her adımın yarın değerlendirmeye tabi olduğunu hiçbirimiz unutmamalıyız. Eğitim sağlayıcılar ve tüketiciler… Eğer var olanı sorgulamıyorsak kabul göreni doğru buluyoruz demektir. Bu da bizleri bazı sonuçlardan sorumlu kılar.
Dijitale gelecek olursak… Bazı negatiflerimiz var. Bunları sayalım:
Peki bu “hayır”ları “evet” yapmak için adım atıyor muyuz? Galiba “hayır”. Daha doğrusu yetersiz adım atıyoruz. Çünkü halen eskiye döneceğiz diye umutlar besliyoruz. Hem de sadece tabandan gelen bir umut değil. Toplumların liderleri tarafından da beslenen bir umut bu. Daha doğrusu ekonomik verileri toparlayabilmek adına gereğinden fazla değer gören bir umut reklam ediliyor diyelim. Duruşu olmayan bir çaba.
Sonuç itibari ile büyük bir dijital dönüşüm var. Ancak mutlu değiliz. Tam anlamı ile doğru adımlar atılıyor diyemiyoruz. Dijitalin tesellisine ihtiyaç duyuyoruz. Bu dönüşümü teselli ediyoruz. Diyoruz ki: “İnsanlığın dönüşümü için zorunluluk gerekiyordu, olacak olan gerçekten olmaya başladı ve dijital dönüşüm gerçekleşiyor.” Doğru mu? Evet doğru ama iyi hissettiriyor mu? Hayır. Yaşaması ve deneyimlemesi aslında o kadar da güzel değil. Belki de dijitalin tesellisini, dijital dönüşümün pozitif hikayelere dönüştürülmesinden farklı olarak ele almalıyız. Mesela bireylerin dijitali kullanım şekli bir teselli olabilir. Nasıl? Gelin bunu yazımızın kahramanı olan Sokrates’in Düşünme Yöntemi¹ ile ele alalım. İlk olarak dijital dönüşümü sorgulayalım.
Sokrates’in Düşünme Yöntemi ile Dijital Dönüşüm:
Yani “İyi oldu gibi…” ya da “Bir şeyler yanlış gidiyor gibi…” söylemlerinden uzaklaşarak sorgulamalı ve karşılaştığımız olguların üstüne düşünmeliyiz. Hatta sadece düşünmemeli, teselli olarak bireysel dijital adımlarımızı organize etmeliyiz. Araştırmalı ve dijitalin nimetleri ile edindiğimiz bilgileri dijitalin negatif çıktılarına karşı alternatif çözümler üretmekte kullanmalıyız. Böylelikle dijitalin tesellisini yapıcı bir şekilde gerçekleştirmiş olabiliriz. Unutmayalım; bilgi, doğru düşünceden üstündür. Çünkü bilgi sadece doğruyu söylemez. Yanlış olanı da ispatlar. Bugün üzerine düşünmemiz gereken noktanın özeti şudur:
Yanlış yönetilen bir dijital dönüşüm, sonrasında teselli edilerek iyileştirilmeye ihtiyaç duyacak toplumsal yaralar oluşturuyor. Bugünü kurtarırken yarını sakatlamaya gerek yok. En azından bireysel önlemler ile buna hazırlanmayı deneyelim.
İşte sizler için dijitalleşme ile ilgili seçtiğim bazı haberler ve makaleler:
¹: Alain de Botton (2000) Felsefenin Tesellisi. 18. Baskı. Sel Yayınları, İstanbul, s. 32.
Pan’ın Normları
Aslında planlamadığım bir yazı serisi oldu. Hikâye teması üzerinden ilerleyeceğim upuzun bir serüven tahayyül etmiştim. Ancak global ölçekte yaşanan COVID-19 salgınına kayıtsız kalmak bana çok uygun gelmedi. Çünkü yaşanılan süreci anlamak, mücadele etmek, yeni yaşam süreçlerine adapte olmak, değişimi takip etmek ve yeni toplum normlarını anlamak inanılmaz önemli. Bu süreçte kaç yazı olacağını bilmediğim bir seride olacağım. Her ay ele alınan farklı bir nokta ile bir bütün oluşturmaya çalışacağım. Bunu salgından ziyade bir tür vaka inceleme serisi olarak da görebiliriz; sonrasında dönüp okuyabileceğimiz, neler yaşandığını hatırlayabileceğimiz ve belki de farklı vakalarda yararlanabileceğimiz bir perspektif olarak. İyi okumalar diliyorum!