Ruh
Ağustos 3, 2020
Kağıt Helva
Ağustos 3, 2020

Varsaymanın Laneti Üzerine – Değişim

“Farklı” korkutucudur. Zihinlerimizle işlemeye alışık olmadığımız ya da işlemek için gerekli kasları hiç çalıştırmadığımız girdiler bizi insan olarak rahatsız eder. Çünkü sonuçlar noktasında belirsizlik yaratırlar, bilemeyiz neler yaşanmakta ve yaşanacak. Belirsizliklere tahammül edemeyiz, öngörülemezlik tehlikelidir. Kişi zihninde “yeni”nin karşılığını “eski”ler cinsinden bulduysa kendini güvende hisseder. Bu nedenle “farklı” korkutur, çünkü aslında “farklı” zihinlerimizde “bilinmeyen”e denktir. Bense yaşanılan ve mümkünse kafamıza vurulan değişimlerin insanların hayatlarındaki en önemli kırılmalara sebep olduğu düşüncesindeyim, diğer bir deyişle değişimle farklılaştığımız noktasında. Bence “farklı” olduğumuz ve “farklı” şeyler yaşadığımız kadar “farkında” olabiliyoruz. Yaşadığımız ikilem de buradan besleniyor. Bu yazımın konusu ise “farklı” dan ziyade “değişim”e karşı olan tavrımız. Sırayla ilerleyelim.

 

Günlük hayatın getirdikleri, halledilmesi gereken işler, yapılması gereken görüşmeler derken bu yoğunlukta kaybolmak ve günlerin birbirileşmesi işten bile değil. Evlerimize iyice gömülmüşken bırakın saatleri, günleri birbirinden ayırmak bile zor bir hale gelebiliyor. Ki bu tatmin edici bir yaşamdan çok kendini tekrarlayan ve içine hapsolunan distopik bir döngü gibi. Bilemiyorum, belki de bunun yarattığı rahatsız edici his sadece bazı çıkıntı Z kuşağı mensuplarına aittir. Çünkü benim anne ve babamın çağında, stabil bir hayat ulaşılması gereken son noktaymış; işin, evin, eşin ve hatta çocukların ne denli belirli ve öngörülebilir ise o denli kaliteli bir yaşam sürdürdüğün varsayılırmış. Bunun sosyolojik ve kültürel arka planını bir kenara koyacak olursak; asıl anlatı şu ki, biz insanoğlu içten içe her şeyin düz bir çizgide ve “ya hep ya hiç” kuralına göre ilerlemesini istiyoruz. Yani, konfor alanımızı meydana getiren genel geçer yargılar ve emin olduğumuz değerler bizi rahatlatıyor ve en ufak değişikliğe zihnen tepki veriyoruz; biri çalışkansa hep çalışkan olmalı, güzelse hep güzel, üşengeç ise hep üşengeç, özgürse hep özgür. Çünkü tanımlamalara, süreci büyük çerçevede görmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bu bize varsayma imkânı veriyor, oysaki bunun lanetli bir kavram olduğundan bahsetmiştik. Bireyde birbirine bunca zıt iki olgunun ilginç bir şekilde bir potada eridiğini görmek mümkün: konfor alanını yaratan önyargılar ve değişimin yarattığı/değişime duyulan heyecan. Kişinin içindeki bu hem bilmek ihtiyacı hem de bilinmeze dair heyecan hali, yani hem değişime aç hem de değişimi konforsuz bulan yanımızı özetleyen “Aldatmak” adlı bir kitapta şöyle bir cümle okumuştum: “… her şeyin değişeceği korkusuyla her şeyin son nefesime dek aynı kalacağı korkusu arasında bölünmüş bir kadınım ben”. Anlatmak istediğim de aslında burada kavga eden iki alternatifimizin olmadığı.

 

Her birimize küçüklüğümüzden beri belli sıfatlar atfedilmiştir: meraklı, mutsuz, sinirli, dışa dönük, dürüst, bencil, dağınık, pratik… Kişilere atfettiğimiz sıfatlarla onların davranışlarındaki belirsizliği azaltmaya çalışırız. Bunu sadece kişilikleri için değil bireyin her bir yapıtaşını kapsayacak şekilde yaparız. Biriyle tanıştığımızda okulunu, yaşını, memleketini, hobilerini sorarız. Okulu, bize akademik başarısı veya karakterinin şekillendiği ortam; yaşı, bu dünyada kazandığı tecrübeler ve belki duymamız gereken saygı; memleketi, ailesi ve yetiştiği kültür; hobileri de belki kişinin o anki öz tercihleri hakkında bilgi verir. Ya da en azından biz böyle varsayarız diyelim. Kişileri tanıma çabamız gibi dünyayı da tanımları üzerinden algılar ve tanırız: kar beyaz ve soğuktur, beton sert ve katı, cam saydam ve keskin, yapraklar yeşil ve özgün bir şekilde kokulu, kan akışkan ve bakır tadında, kitaplar ev gibi ve sessiz, insanlar çeşit çeşit ve kırılgan… Peki tüm bu kafamızda yarattığımız gerçeklik sarsılırsa ne olur? Şimdi masamdan kalktığımı ve beşinci kattaki odamın balkonun camlarını açıp dışarı adım attığımı düşünelim, düşmezsem ne olur? Peki ya insanlar ölmeyi bıraksalar, tam şu andan itibaren bir daha kimse ölmese? Etrafımızdaki mor renk bir anda yok olsa, renk spektrumunda kaybolsa ya da renklere alerjimiz olsa? Denizlerden bardaklarımızdakine kadar dünyadaki tüm su akmayı kesse ve bir anda tutkal gibi kurusa? Yaşlı doğup bebek olarak ölsek ya da saatler tam tersi yönde aksa, kişiler tecrübe kazanmak yerine tecrübe kaybetse? Bir gün sabahtan oturun ve akşama kadar kaç tane böyle kabulle hayatınıza devam ettiğinizi saymaya çalışın, sonunda varacağınız sayının sizleri şaşırtacağına eminim (sayarken de 1’den sonra 2 gelir diye başladınız, listeye bunu da ekleyin). Bana kalırsa buradaki önemli nokta varsaymamız değil, bu varsayımlarımızın ne derece farkında olduğumuz. Olgularımızın da “hep” ya da “hiç” olmasını istediğimizi ifade etmiştim. Önceki yazımda, özgür irade konusunu sedyeye yatırıp inceledim ama üzerine düşündükçe belki de yaklaşımsal anlamda bir eksiğim olduğuna daha çok ikna oluyorum. Bu eksiğin de orada vardığım sonucun fatalist çıkmazına cevap olabileceğini hissediyorum. Ben, “Özgür irademiz hep var olmalı, her zaman olduğundan söz edemiyorsak öyle bir şey yoktur.” noktasındaydım. Ancak düşündükçe kendime soruyorum, bu neden parçalı bir varoluş olmasın? Neden bazen özgür irademiz olsun da bazı zamanlar da olmasın? Bu düşüncenin arkasından da değişim ile farkındalık kavramlarına ve verdikleri cevaplara odaklandım. Özgürlüğümüzün farkındalığımızla çok organik bir bağı olduğunu fark ettiğimde ise gerçekten çok şaşırdım. Tüm bu sorgulama sürecine eşlik eden değerli kişiye ise buradan özel olarak teşekkürlerimi iletmeyi borç biliyorum. Ama farkındalığa gelmeden önce kurduğumuz statik yapılardan biraz bahsedelim.

 

Çocukluktan itibaren özellikle biz kadınlara, beyaz atlı prens ve onu beklemek anlatısı masallar, kitaplar, filmler gibi birçok farklı kanaldan aşılanmıştır. Karşımıza mükemmel ve tam bize uygun o kişi elbet bir gün çıkacak ve birlikte sonsuza kadar mutlu yaşayacağızdır. Bu anlatı bence baştan kaybeder çünkü bireyleri sabit bir yapı olarak kabul eder. Çok temel bir soru, “tam bana uygun” ne demek? Zamanın geçmiş, şimdi ve gelecek şeklinde çizgisel ilerlememesi gibi (bu biz basit insanoğlunun zayıf algısı sebebiyle böyle algılanır, gerçekte çizgisel bir zamandan söz edilemez) kişiler de çizgisel bir gelişim göstermez. Her ne kadar görmek istemesek de her an değişiriz. Değişim tercih edebileceğimiz ve alternatifi olan bir şey değildir, her zaman gerçekleşir ve gerçekleşmez (bu anlamda kendi içinde bile tutarlıdır). Bu değişimi ister her gün vücudumuzu meydana getiren atomların diğer trilyonlarcasıyla değişimi olarak ister yaşanılan olayların bizi şekillendirmesi olarak düşünelim, inkar edilemez bir dinamizm söz konusu. Hal böyleyken, ben sabit bir “ben”den daha söz edemiyorken karşıma “benim için mükemmel” birinin çıkmasını nasıl talep edebilirim? Başıma gelebilecek en iyi senaryo, “o anki ben” ile karşı tarafın da “o anki olduğu kişinin” uyuşması olabilir. Dürüst olmak gerekirse; bu kadar anlık denk gelişler için bunca kitapların yazılıp, tiyatroların oynanıp, trajedilerin kurgulanıp, hayallerin kurulmuş olmasını her zaman biraz ironik ve insani yönlerimizi bunca gözler önüne serdiği için komik bulmuşumdur.

 

Başka bir statik yapı da bize genel olarak sunulan, ilerlenmesi gereken bir yol anlatısıdır. Doğar, büyür, okula gider ve sonra birkaç tanesine daha gider, üniversiteyi bitirip işe başlar, belki evlenir sonra çocuk sahibi olur, onları büyütür, biraz daha çalışır ve ölürüz. Bu genel çizgiyi izlemeyen veya sıralamayı değiştiren kişiler bile güruhtan ayrıklaşır, onlara çizginin dışındakiler deriz. Her zaman merak etmişimdir bu çizgiyi kim, ne zaman çizmiş; tüm bu hayatımızda olması gerekenler listesini kim, neden yazmış diye. Belki de küçüklükten beri her türlü dayatma bana ilginç geldiği ve sürekli “neden?” diye soru sorarak büyümüş biri olduğumdan, bu tarz şeyler üzerinde bazılarınıza saçma gelecek süreler boyu düşündüm. Benim vardığım sonuç, yine belirsizliği azaltmaya çaresizce aç oluşumuz oldu. Ortalama bir insanın 79 yıllık veya 4108 haftalık veya 1.499.420 günlük hayatı, tüm bu yapılması gerekenleri toplumun ve bireylerin ve hatta kendilerinin dayattığı sıra ile yapmaya çabalayarak geçiyor. Peki günün sonunda ne kadar mutluyuz, tatmin edici hayatlar yaşıyoruz? Dünya üzerinde ortalama her yıl 800,000 kişi (her 40 saniyede 1 kişi demek bu) intihar ederek hayatına son veriyor, ki bu sadece başarılı olanların sayısı. Okuduğum kitaba göre 20 teşebbüsten sadece 1’i başarılı oluyormuş. Daha da ilginci intihar fenomeninin toplumda belirli bir seviyeye geldiği addedilen kişiler arasında bunca yaygın oluşu. Sorunumuz ne? Burada ne bir otorite ne de ukala olarak, sadece düşüncelerimi ifade ettiğimin bir kez daha altını çizerek belirtmek isterim ki; hayatı bir bilgisayar oyunu olarak analojileştirilirsek bence buradaki en büyük sıkıntı “hayatı bitirmiş” olmamız. Benim en çok sorguladığım ve beni en çok korkutan senaryolardan birini sizlerle paylaşmak istiyorum. Hayal ediyorum; 40 yaşındayım, okulumu beni memnun edecek bir şekilde bitirip merakım için yeni alanlar keşfetmişim, benim için anlamlı olan hayalimdeki işi bulmuşum, gezip görmek istediğim yerleri deneyip etrafımı güzel insanlarla çevirmişim, (o anki ben için bu kurgu uygunsa) benim o dönemde olduğum kişi ile örtüşen insan ile evlenmiş ve istediğimiz için çocuklarımız olmuş, ne maddi ne manevi ne sağlığa dair bir sorunumuz var, çok uçuk olmadığı sürece dilediğimiz her şeye sahip olabiliyoruz. Her şey yolunda! Peki sonra? Bu bir zamanlar, benim korkulu rüyam olan bir soruydu: “Peki ya sonra?”. O 40 yaşındaki halimin bir koltuğa çöktüğünü ve başını ellerinin arasına alıp bu soruyu kendine sorup durduğunu o kadar net hayal edebiliyordum ki bunu gerçek olması beni ölesiye korkutuyordu. Ve ben bu kabustan, denklemin içine değişim faktörünü sokarak kurtulabildim. Çünkü fark ettim ki hayat öyle tamamlayabileceğim bir oyundan ziyade açık haritası olan bir yapı ve her saniye yeni yamalar geliyor. Kendime dair keşfettiğim her farkındalık listeden bir maddeyi eksiltmiyor, tam tersine yepyeni beş tanesini ekliyor. En güzeli de bunlar “o anki ben”e uygun yeni maddeler ki bu da tüm listenin benim her yeni versiyonum ile güncelleniyor oluşu demek. Bu yapıdaki dinamizmi fark ettikten sonra aldığım derin nefesin ne kadar iyi geldiğini size anlatmam.

 

Sizler de kendi özelinizde düşündükçe kurguladığınız veya sizin için kurgulanan durağan yapıları keşfedebilirsiniz. Bana kalırsa bireydeki çatışma, sabit yapıların içine akışkan benliklerimizi sokmaya çalışmakla alakalı. Bu, o kadar alışılagelmiş bir öğreti ki “farklı” ve “değişime açık” olmaya cesaret etmek gerekiyor. Sadece büyük sistemin düzgün işlemesi için bireyselliklerimizi feda ettiğimiz bu çağda, keşke kendimizi dinlemeye ve “ben ne istiyorum?” sorusunu sormaya daha çok hakkımız olsa. Daha bunu soramadan, daha şimdiki kendimi tanıyamadan, kendime dair uydurma genel geçer yapılar uydurmaktan başka sürekli değişen kendime nasıl ayak uydurabilirim? Ancak düşündüğümde, hayatta daha önemli ne var ki? Bir kere şu anda varım, başka olmayacak. Tam şu anın bir daha asla yaşanmayacak oluşu gibi tam şu andaki “ben” de bir daha var olmayacak. Keşke kafamı dünyanın gürültüsünden kaldırıp kendi manzaramı daha fazla izlesem dediğim çok zaman oluyor.

 

Varsayımları dinlemek her zaman üzücü ama ben en çok kendimize dair olanlara üzülüyorum. Örneğin ben hayatım boyunca kendime dair yargılar veremedim, hala daha çok zorlanıyorum. Bunu yapamadığımı küçükken fark ettikten sonra, insanların “En sevdiğim yemek …tir. En sevdiğim renk …dır. Ben …yı sevmem. Ben …ya bayılırım.” gibi cümleleri nasıl kurduklarını hayretle izlediğimi hatırlıyorum. İnsanların kendinden nasıl bu kadar emin olduklarını bir türlü anlayamıyordum. Çünkü ben bir gün maviyi, bir gün kırmızıyı bir gün griyi seviyorum (aslında gün içinde bile değişkenlik gösteriyor ama genel konsepti anladığınızı düşünüyorum). Bazı arkadaşlarıma bundan bahsettiğimde tüm bu daimî(!) değişimin yorucu olup olmadığını soruyorlar genelde. Ben de biraz sonra nasıl olacağımı bilmemeyi kabul etmenin en azından bildiğimi varsaymaktan daha iyi hissettirdiğini söylüyorum. Çünkü cam bir sıvı olarak akar, sadece bizim algımızın ötesinde. Camın katı olduğunu varsaymak çok daha uzun hayatlarımız söz konusu olduğunda tehlikeli.

 

Değişim her yerde ve hiçbir yerde. Ben bu yazıyı yazmadan önceki ben değilim, siz de okumadan önceki siz. Aldığımız her nefes bizi değiştiriyor, her bir göz kırpışımız, gözümüze ulaşan her bir ışık huzmesi. Madem konuştuğumuz şekilde düşünüyoruz, o zaman cümlelerimizi “severim”lerden “seviyorum”lara, “yapmam”lardan “yapmıyorum”lara evirmeliyiz. Değişim hayatlarımızda bu kadar içkinken cümlelerimize ve hayata baktığımız gözlüklere bunu yedirebilmeliyiz. Çünkü hayat ne haritası sınırlı bitirebileceğimiz ne de kuralları ve hikayesi sabit bir oyun. Hayat açık harita bir oyun. Ki bence en güzel yanı da bu.

 

Değiştiğimiz, “farklı” şeyleri yaşayıp hissettiğimiz kadar yaşadığımıza; varsayımlarımızın ötesine bakarak değişimleri gördüğümüz kadar uykumuzdan uyandığımıza inanıyorum. Değişimler ise biz alternatiflerimizin farkında olduğumuz kadar bizim elimizde. Özgürlüğümüz ve farkındalık da tam da değişimi seçtiğimiz bu aşamada birleşiyor. Cesaretin beslediği değişimi seçme, farkındalık için; farkındalık da özgürlük için kendi kurgumda sunabileceğim tek cevap olabilir.

Çok sevdiğim bir alıntı vardır:

“Akıllarımız sınırlı, fakat bu sınırlılığın şartları içerisinde sonsuz olasılıklarla çevrilmişiz. İşte hayatın gayesi bu sonsuzluktan kavrayabildiğimiz kadar çok şey kavramak.”

-Whitehead, Alfred North

 

 



Paylaşmak Güzeldir:

İlayda Küçükafacan
İlayda Küçükafacan
Çocukluğunu doğusundan batısına 7 farklı şehirde geçiren İlayda, kendini bir öğrenme tutkunu ve bibliyofil olarak tanımlar. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği “öğren”cisi, iflah olmaz bir meraklı ve maceraperesttir. Politika, ekonomi, psikoloji ve bilimum başka disiplini karıştırıp "toplum mühendisliği" yapma yolunda emin adımlarla ilerlerken sistem dinamiği ve modelleme alanında derinleşmektedir. Bu sebeple kendisini sürekli bir şeyler anlatırken ya da bir şeylerle uğraşırken bulabilirsiniz. Yazıları çok bilmiş gelebilir ama aslında sadece “kendi dünyası”nı tasvir etmektedir. "Yazar burada ne demek istemiş?" derseniz bir kahveye kapısı her zaman açıktır.