Yukarı
Ağustos 3, 2020
Ruh
Ağustos 3, 2020

Bir Varmış Bir Yokmuş Diye Başlar Masallar… Halbuki Hayat Da Öyle Değil Midir? Bir Vardır Bir Yoktur…

 

Masallar gerçek üstü olayların konu alındığı kurmaca bir anlatı türüdür. Bakın bir kelimeyi nasıl da bir tanıma hapsettim. Daha fazlası olabileceğini hiç düşünmeden…Peki masal nedir? Neden biz insanlar gerçek olmayanın heyecanına kapılmayı, onun üzerinden hayaller kurmayı çok severiz. Peki ya çocukken, özellikle uyumadan önce okuduğumuz veya ebeveynlerimizden dinlediğimiz onca masal niye, neden?

Her kitap bir dünyadır, içine dalıp keşfe çıkarsın. Yolda kendinden parçalar toplarsın bazen, bazı olaylar sana bir göz kırpar; tanıdıktır bilirsin. Kimisiyle de yolda tanışırsın ya hayret edersin ya da güler geçersin. Çok düşündüğün zamanlar olur bazen, kafanda beliren soru işaretleriyle köşe kapmaca oynarsın. Bazen de kahramanın yerine geçip bizzat sen dedektifçilik oynarsın. Peki bir masal dünyasına dalmanın farkı nedir? Hiç tanıdık gelmeyen, yabancısı olduğun ve senin dünyandan farklı kuralları olan bir dünyadasın. Sana öğretilen onca doğruyu eğip bükebileceğin, hayallerinle renklendirebileceğin aslında tanıdıkça seveceğin bir dünya!

İşte o dünya da ki onca çocuk hayal güçlerinin sınırlarını zorlayıp yeni güzellikler öğrenirken, günlerden bir gün bu durum bazı büyüklerin dikkatini çekmeye başlar. Anlarlar ki kendi bildikleri doğruları bu çocuklara öğretmenin tek yolu o dünyaya sızmayla başarılabilir. Eğer bu doğruları o dünyanın formunda süsleyip çocuklara sunarlarsa şüphe çekmeyeceklerini düşünürler. Planlarını sabırla uygularlar, çünkü bilirler eğer başarılı olurlarsa zamanla yanlış bilinen bu doğrular dilden dile aktarılacaktır.

O masalı dinleyen, o dünyada hayallere dalan o çocuklar bir gün yetişkin olurlar. O doğrularla inşa ettikleri hayatlarını uygulamaya koyulurlar. Sonra masalları kendi çocuklarına anlatırlar. O çocuklarda bir gün yetişkin olurlar ve bu döngü böyle sürer gider.

Peki o çocukların inşa ettikleri dünyada neler olur?

Her zaman güçlü ve kahraman olması gerektiğini düşünen erkek çocukları olur mesela, eğer değil ise toplumun onu dışlayacağını ve yalnız kalacağını düşünür. Yakışıklı ve zengin olmalıdır mesela, yoksa hayata 1-0 yenik başlar. Kızlarsa bilir prensesler hep güzeldir, upuzun saçları vardır ve zayıftır. Zorlu bir durumla karşı karşıya kaldığında çabalamayı asla düşünmez, mücadele etmez. Çünkü bilir prensi her zaman masalın sonunda gelip onu kurtaracaktır, çünkü hep öyle olmuştur, öyle olmalıdır. Eğer çirkin ve kiloluysa zaten hayatta kötü olmaktan başka bir çaresi kalmamıştır(!)

Ne tuhaf değil mi genel geçer onca önyargı yerleştirilmiş çocuk dünyamıza…Erkek çocuklarımızın, kız çocuklarımızın sırtına onca yük yüklemişiz. Bazı masallarla başlayan ön yargı tohumlarına toplumdan çıkan sesler de su vermiş, büyütmüş. Ayırmışız onları birbirinden, hata yaptıklarında yargılamışız. Erkek olanlara demişiz; sen ailene bakmakla yükümlüsün, erkekler ağlamaz, sevgisini belli etmez, yemek yapmaz…Kız çocuklarımıza seslenmişiz sonra; evinin hanımı çocukların annesi ol, kocan ne isterse onu yap, geç saatte dışarı çıkma, onu giyme, toplumda sesli konuşma…

Halbuki çocuklarımız kendi masal diyarlarındaki o oyun parklarında birlikte oyunlar oynuyorlardı. Bulutların üzerinde uykuya dalıyorlardı belki, ya da bir gökkuşağından çikolata şelalesine kayıyorlardı. Ne renk ne cinsiyet ayrımı bilmeden mutlulardı o dünyada! Sevmeyi sevilmeyi biliyorlardı, doğadaki her canlının sesi olmuş, onlardan öğütler dinliyorlardı.

Zaman gelip bu çocuklar büyüdüklerinde paylaşmayı bileceklerdi belki de, seveceklerdi her canlıyı aynı hayal dünyalarındaki gibi…Tertemiz bir dünya inşa edeceklerdi kendilerine, duyarlı ve düşünceli olacaklardı. Erkekler duygusal olmaktan çekinmeyecek, kızlarsa bir zorlukla karşı karşıya kaldığında tüm gücüyle tek başına karşı koyabilecekti.

Zamanı gelmedi mi peki? Çocuklarımıza kendi masallarını geri vermenin…

Onların hayal dünyasına toplum baskısının olmadığı bir dünya da özgürce hayallerini gerçekleştiren, sevmeyi bilen ve bunu göstermekten korkmayan prensler dahil edelim mesela ve tabi bu prenslerin zengin veya yakışıklı olması gerekmediğini anlatalım onlara…Zeki olmanın, yardımsever, duyarlı ve sevgi dolu olmanın daha önemli olduğu bir dünyadan bahsedelim onlara… Yine sevimli dostlarımızı konuşturalım onlar anlatsın, öğütler versin. Sonra kız çocuklarımıza dönelim ve diyelim ki sen çok değerlisin. Nasıl göründüğünün, başkalarının seni nasıl gördüğünün bir önemi yok. Önemli olan zorluklar karşısında senin hayata karşı olan duruşun, üretkenliğin ve sevgin…Tek başına zorluklar karşısında mücadele eden kadın kahramanlardan bahsedelim onlara…Nene Hatun’dan, Halide Edip Adıvar’dan, Türkan Saylan’dan, Marie Curie’den, Rosalind Franklin’den, Katherine Johnson, Ruth Bader Ginsburg’dan…ve daha tarihte önemli izler bırakan onlarca güçlü kadının hikayelerini anlatalım onlara! Hatta benim naçizane önerim anlatmakla kalmayalım, onlardan ilgisini en çok çeken kadın kahramana bir mektup yazmasını rica edelim.

Lise 1’deyken dil ve anlatım hocamız bizden bir mektup yazmamızı istemişti. Herkes yaşayan akrabalarına veya arkadaşlarına yazarken ben yaşamayan birine mektup yazmaya karar vermiştim. Hiç okuyamayacağını bilsem de ona kendimi tanıtmak ve mücadelesine olan hayranlığımı anlatmak istedim. Onunla hayallerimi paylaştıktan sonra teşekkür edip mektubumu bitirdim ve o mektubu gönderdim. O kişi Prof.Dr.Türkan Saylan’dı! Onu, hayatını anlatan bir kitapla tanımıştım o yıllarda; hikayesinden, duruşundan ve hayata karşı olan mücadelesinden çok etkilenmiştim. Mektubumun sonunda, ‘Bende bir gün sizin gibi cüzzamlı bir hastanın elinden korkusuzca tutacağım’ yazdım. Bu cümlenin altında benim için o kadar çok anlam yatıyordu ki…

Mektubu gönderebileceğimi başta düşünmemiştim ama onun hakkındaki kitabı elimde tutarken bir an yazarın ismi gözüme çarptı, Ayşe Kulin “Türkan”. Adresini bulmam da hocam yardımcı oldu ve mektubu temize çekip o adrese yolladım. Orijinal olanı ise hala saklıyorum.

O an öyle bir histi ki, sanki gerçekten o mektubu Türkan Saylan’a yollamıştım. Mektubuma cevap alamasam da kendi içimdeki Türkan Saylan’ı uyandırmıştım bir kere…O mektup bir kıvılcımdı, kendi yolumu bulmam için bana ışık tutacak, yanmaya başlayacaktı.

Şimdiyse içimde yanan ateşin kıvılcımlarıyla size bir mesaj göndermek istiyorum. Yapabilirsem sesimin ulaşabileceği en uç noktaya kadar sizlere seslenmek… Çocuklarınızın, içlerindeki Türkan Saylan’ları, Halide Edip Adıvar’ları ve daha nicelerini uyandırmalarına yardım edin. Verin ellerine kalemleri kağıtları bırakın yazsınlar, çizsinler. Kahramanlarıyla iletişime geçsinler, onları tanısınlar. Onlara sosyal medyalarda, televizyon ekranlarında dayatılan, gerçek olmayan karakterlerin üzerine gerçek kahramanların hikayelerini anlatın. Bırakın sahte olanlar doğru bilinen yanlışlar ve ön yargılar gerçek olanların altında ezilsin ve zamanla yok olsun.

Ben mi? Ben deniz yıldızlarını tek tek ve sabırla denize atmaya başladım. Yardım etmek isterseniz size en yakın sahildeyim tam da içinizde…



Paylaşmak Güzeldir:

Esra Özaltın
Esra Özaltın
Farklı ülkelerde proje avına çıkmış bir moleküler biyolog. Son çalıştığı proje sonrasında virüslerin dünyasına hayran olmuş ve şu an iyi bir virolog olma yolunda ilerliyor. Bilimin her halini çok seviyor. Soru sormak ve beyin fırtınası yapmak en çok keyif aldığı faaliyetlerden... Çalıştığı her ülkede öğrendiği kültürel ve tarihi bilgilerle bilimi harmanlayıp kendine has bir yazı stili oluşturmayı hedefliyor. Bilimsel, tarihi ve edebi alanların birbirleri arasındaki köprüleri keşfetmek üzere çıktığı bu yolda, bol bol hayal kuracağı, daha birçok ülkede yeni projeler kovalayacağı ve tüm bunları sizlerle bir nebze paylaşacağı için oldukça heyecanlı!