Cambridge Üniversitesi’nde ilk dersim. İçimde merakla perçinlenmiş bir heyecan amfiye doğru yürümeye başladım. İçeri girdiğimde 300’e yakın öğrencinin ders için yerlerini almaya başladıklarını fark edene kadar amfinin detaylarını incelerken bulmuştum kendimi. Fark ettiğimdeyse viroloji dersini verecek olan Profesör Geoffrey Smith çoktan derse başlamak için ilk hazırlıklarını yapmıştı. Profesör çok şık bir takım elbisenin yakasına bir gül takmış ve sahnenin önünde bizlere bakarken derse başlayacağı için yerlerimizi almamızı rica etmişti. Sessizliğin sağlanması çok çabuk oldu desem bana inanırsınız diye umuyorum çünkü bu nezakete kabalık edecek bir insan düşünemiyorum.
Profesör derse viroloji tarihiyle başladı. Etrafımdaki öğrencilerin birçoğu bilgisayarına deli gibi notlar alırken ben ilk dersimin keyfini çıkara çıkara dinliyordum. Sadece dinliyordum. Hoca her slaytı hikayeleştirerek o kadar güzel anlattı ki üniversite hayatım boyunca hiçbir dersi bu kadar zevkle dinlediğimi hatırlamıyorum. Slaytlar bir bir geçerken bir tanesine yanlış mı görüyorum diye iki kez baktığımı hatırlıyorum. Slaytta 1717 Lady Mary Wortley Montagu Konstantinopolis yazıyordu ve güzel bir İngiliz kadın portresi yer alıyordu. Profesör elindeki kitabı göstererek Lady Mary’nin İstanbul’da olduğu yıllarda yazdığı mektuplardan bize bir demeç okuyacağını söyledi. Peki kimdi bu kadın? Bizim dersimiz için neden önemliydi ve neden İstanbul?
Lady Mary Wortley Montagu soylu bir aileden gelen, Osmanlı Hükümetinde İngiliz büyükelçisinin eşi olarak 1717 yılında İstanbul’a gelmiş ilk kadın seyyahlardanmış. İstanbul’da bulunduğu süre zarfında Osmanlı kültürü ve yaşam biçimleri hakkında birçok yazı kaleme almış. Bu yazıları ise mektuplar halinde Londra’ya göndermiş. Mektuplardan bir tanesi var ki Londra’da okuyan herkesi şaşkına çevirmiş. İşte profesör bize tam da o mektubu okudu, mektubun orjinaline ulaşmak için bu linki kullanabilirsiniz:
https://nyamcenterforhistory.org/2017/03/28/lady-mary-wortley-montagu-and-immunization-advocacy/
O yıllar tüm dünyanın smallpox (çiçek hastalığı) adı verilen bir illetle mücadele ettiği, hatta çözüm bulunamadığı için oluşan yaralarla yaşamanın öğrenilmek zorunda kalındığı bir dönemdi. Profesörün bu cümlesinin ardından Bath şehrine olan gezimi hatırladım. Royal Crescent de odaları gezerken, o dönem kadınlarının smallpox’un neden olduğu yaraları saklamak için kullandığı “make up patches” adı verilen siyah yuvarlak veya yıldız şeklindeki kapatıcıları görmüştüm. Oradaki rehber bunun bir moda haline geldiğinden bahsetmişti. Gerçekten insanlar bu virüsle ve bu virüsün neden olduğu yaralarla yaşamayı öğrenmişlerdi ya da öğrenmek zorunda kalmışlardı. İşte tam da bu dönemde Lady Mary’den bir mektup gelmişti.
Lady Mary de bu hastalıktan uzun yıllar boyunca sıkıntı çekmiş. İstanbul’a ayak bastığında ise yeri geldiğinde ölümcül olabilecek bu hastalığın burada zararsız olduğunu fark etmiş. İyi bir gözlem sonrasında bazı yaşlı kimselerin eylül ayının ikinci yarısı gibi (bunu sonbaharın gelmesi ve sıcak günlerin geride kalması olarak ifade ediyor) çok değişik bir yöntemi çocukları ve kendileri üzerinde uyguladıklarını görmüş. Bu yaşlılar çiçek hastalığına sahip hastaların yaralarından aldıkları bir sıvıyı (buna cerahet veya irin deniliyor) bir ceviz kabuğu içini dolduracak kadar topladıktan sonra, sağlıklı kişiye uygulanacak iğneyi bu sıvıya batırarak belirlenen bir damara veriyorlar, sonrasında ise üzerini bir kabuk veya yaprakla kapatıyorlarmış. Tekniğin uygulandığı sağlıklı kişi 2 veya 3 gün ateşlendikten sonra yine sağlıklı bir şekilde hayatına devam ediyor ve bu hastalığı asla kapmıyormuş. Bizim bugün aşılama dediğimiz bu tekniği tüm ayrıntılarıyla gözlemleyen Lady Mary oğlunu aşılatmış ve hemen Londra’ya tüm ayrıntıların yer aldığı bir mektup göndermiş. Londra’ya döner dönmez ise doktorlarla iş birliği yapan Lady Mary, kızını da herkesin gözü önünde aşılatarak güvenli bir yöntem olduğunu herkese kanıtlamış.
İstanbul’da bulunduğu dönem boyunca yaşadıklarını ve gözlemlerini tüm gerçekliğiyle ve yargısız bir şekilde mektuplarında yansıtan bu güzel seyyah, dikkati ve gözlem yeteneğiyle ülkesinin kaderini değiştirmiş. Bugün sizlerle paylaştığım o mektup ise hala derslerde okutulmaktadır. O derslerden birinde yer almış olmak ve bunu sizlerle paylaşıyor olmak ayrıca mutluluk verici.
İlk yazımda bu konuyu seçmiş olmam aslında o dönemle bu dönemin benzerliğinden kaynaklanıyor. O gün smallpox virüsünün neden olduğu çiçek hastalığıyla tüm dünya ülkeleri büyük mücadeleler verirken bugünse SARS-CoV2 virüsünün neden olduğu Covid-19 hastalığıyla mücadele ediyor. Aşıyı bulmak için tüm ülkeler alarmda. Halk ise virüsle yaşamayı öğrenmeye çalışıyor. Aynı o siyah şekillerle yüzlerindeki yaraları kapatmaya çalışan İngiliz kadınlar gibi, bugün bizlerde maskelerle kendimizi korumaya çalışıyoruz. O gün o şekillerin moda olmasını abartılı bulursak bugün maskeleri modaya uydurmaya çalışan zihniyetlere bakmamız yeterli, tamamen aynı! Tarih tekerrürden ibaret sözü ne kadar açık ne kadar bariz.
Peki tarih ne zaman tekerrür eder?
Eğer yaşadığımız olaylardan ders alamazsak ya da bir sonraki için hazırlıklı ve tedbirli olamazsak, elimizde olanların kıymetini bugün bilmez yarınlara bırakmayacak kadar da hor kullanırsak işte o zaman tekrar hatırlatmak için tarih tekerrür eder. Bugün o tarihi daha zor şartlarda tekrar yaşıyoruz. Belki de etrafımızı suçlamaktan vazgeçip bu sefer bize ne anlatıyor, neyi hatırlatıyor diye durup düşünmemiz gerekiyordur. Belki de bu sefer içimize çektiğimiz havanın, dışarıda bize sunulan tüm güzelliklerin kıymetini şu an içinde bulunduğumuz kafeslerde beklerken fark etmemiz ve tekrar özgürlüğümüze kavuştuğumuzda bunu bilerek yaşamlarımıza devam etmemiz gerekiyordur.
Tüm bunların yanında biliyorum ki hepimiz o gözlem yeteneği yüksek, doğru soruyu soracak olan kişiyi bekliyoruz, bize aşının müjdesini verecek olan kişiyi… Bizim Lady Mary’mizi… Zamanını bilemem ama o gün geldiğinde, eski-yeni diyeceğimiz hayatlarımıza döndüğümüzde diliyorum ki farkındalıklarımız davranışlarımız olsun.
Yarının tekerrürü bugün ki davranışlarımızın sonucudur ve belki de tek hatırlamamız gereken de budur…
O gün ki dersin sonunda viroloji alanında en iyilerden olan hocamız bizimle sadece bilgisini değil hayatın ona öğrettiği bir şeyi daha paylaşmak istedi ve bunu aktarılabilecek en güzel şekliyle yaptı; şiirle… Bir şiirin güzelliğini koruması için her zaman orijinal haliyle kalması taraftarıyım bu sebeple sizinle yazımın sonunda şiirin orijinalini paylaşmak istiyorum. Bu şiirle hocanın bize vermek istediği mesaj ise şöyle: “Etrafımız onca güzellikle çevriliyken durup bakmak için zamanımız yok! Bu dersten çıkınca durun ve bakın etrafınıza. Sahip olduklarınızın bugün kıymetini bilmezseniz yarın elinizde olmayabilirler” İşte bugün anlıyorum hocamın ne demek istediğini, nasıl bugünleri işaret ettiğini. Zamanın, soluduğumuz havanın, sevdiklerimizin, sağlığımızın bize verilmiş olan her güzelliğin kıymetini bilme, durup bakma zamanı. Hadi hazır zaman varken, çok da geç kalmamışken…
What is this life if, full of care,
We have no time to stand and stare.
No time to stand beneath the boughs
And stare as long as sheep or cows.
No time to see, when woods we pass,
Where squirrels hide their nuts in grass.
No time to see, in broad daylight,
Streams full of stars, like skies at night.
No time to turn at Beauty’s glance,
And watch her feet, how they can dance.
No time to wait till her mouth can
Enrich that smile her eyes began.
A poor life this if, full of care,
We have no time to stand and stare
Leisure~ by William Henry Davies