Global ölçekte Covid-19 hayatımıza gireli neredeyse beş ay olacak. Durumun ciddiyetini henüz kavrayamamış insan sayısı giderek azalıyor. Ancak ciddiyetini kavrasa bile gidişatı kabullenmek istemeyen kişi sayısı da oldukça çok. Dünyadaki normların değişimi ve bunların etkileri üzerine farkındalık geliştirenler ise azınlıkta olmasına rağmen giderek artış gösteriyor. Emin olduğumuz net çıktı şu ki, tuhaf ve can sıkıcı bir süreçten geçiyoruz. Anladığımız her his, bir sonraki gün “hala mı?” sorusunu karşılayacak şekilde bir kez daha mutasyona uğruyor. Umuyoruz ki mutasyona uğrayan sadece hislerimiz olur ve virüsü bu hali ile tamamen yenmeyi başarırız.
Serinin ilk yazısında sizlere bu karantina sürecini daha farklı yaşayabilmek adına bir soru iletmiştim. Covid-19 Salgını sona erdiğinde nasıl bir insan olmak istiyorum? Umuyorum üzerine düşünecek vaktiniz olmuştur. Olmadıysa da yazının tam bu noktasında birkaç dakika duraklayıp düşünmenizi isteyeceğim.
Muhtemelen iki farklı istikamet zihninizde ön plana çıkmıştır:
Öncelikle bilmenizi isterim ki özel bir durum yaşıyoruz. Yukarıda belirttiğim iki istikamet de diğerinden daha doğru değil. Doğru olan hangi istikamette daha özgür hissettiğimizdir. Çünkü şu günlerde karşılanması en zor ihtiyacımız özgür hissetmek. Bakıştığımız duvarları en azından kafamızın içerisinde aşarak nefes alabilmek. Hepimiz özlüyoruz planlı veya plansız dışarıyı yaşamayı. Elbette market ihtiyaçları ve sahada çalışanlarımız için halen dışarıya çıkmak mümkün. Ancak sinemaya gitmek, tiyatro izlemek, rastgele bir kafede sevdiğimiz bir arkadaşımızla kahvelerimizi içmek… Asıl bunlar özleniyor. Tercihlerimizin, temasımızın ve hareketlerimizin orucunu tutuyoruz desek yeridir.
Yine de hayat devam ediyor. İşi olup dışarıda veya evinde çalışanlar, eğitim hayatını dijital mecralarda sürdürenler, finansal durumunu yönetmeye çalışanlar, fiziki kondisyonunu korumak isteyenler, eğlenerek beslenmeye gayret edenler, hobilerine zaman ayıranlar, kendini keşfedip geliştirmeyi deneyenler, duygusal ilişkileri ile sınananlar ve ruh sağlığı için savaşanlar. Bunların hepsi bizleri şu günlerde tanımlayan bireysel eylemlerimiz. Bir de toplumsal eylemler var. Aslında bu salgını iki farklı mercek altında incelemekte fayda olduğuna inanıyorum. Birey ve toplum.
Hepimizin ilk sorumluluğu kendimiziz. Sağlığımızı ve ihtiyaçlarımızı karşılayabilen bir seviyede mevcudiyetimizi koruyabilmek çok önemli. Hayatın durmadığını, aksine değişerek devam ettiğini fark etmemiz gerekiyor. Bu noktada değişime adapte olabilmek için farkındalığımızı her an diri tutmalıyız. Değişen normları anlamaya çalışırken eskisi gibi olmasa da hayatımızı devam ettirmeliyiz. Üstelik bunu çok daha hassas bir terazide gerçekleştiriyoruz. O yüzden şefkat her zamankinden daha kritik bir rol oynuyor. Alıştığımız hıza sahip değiliz diye moralimizi bozmaktansa veya istediğimiz hedeflere ulaşamadığımız için başarısız hissetmektense şefkatli bir şekilde elimizden geleni yaptığımız için kendimizi takdir etmeyi benimsemeliyiz. Sadece kendimize karşı da değil. Çevremize, ailemize ve arkadaşlarımıza karşı da anlayışlı olmalıyız. “Planlı olmalısın, çalışmalısın, daha iyi olmalısın, şunu da yapmalısın…” gibi söylemlerle sevdiklerimiz üzerinde baskı oluşturmamalıyız. Bu ve benzeri davranışlar aslında maruz kaldığımız karantinayı psikolojik olarak birinin üzerine yıkmaktan başka bir şey değil.
Kısacası birey olarak yeni hayatı kucaklamalıyız. Şu an yaşadığımız denklemin çok fazla eksisi var. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki eksileri düşünerek ve tartarak kendimizi daha iyi hissetmiyoruz. Elimizde kalan pozitifleri görüp korumak, hatta geliştirmek isabetli olacaktır. Negatifleri düzeltmeye çalışmak bir seçenek olsa da düzelmesi için şartları zorlamak biraz yersiz olabilir. Çünkü zorlayacak enerjimiz ile yapmamız gereken çok daha önemli bir iş var. Toplumsal yapıyı bekleyen değişime ayak uydurabilmek!
İlk başlarda belki çok fark etmedik ama fırtına sadece bireylerin içinde ve evinde değil. Fırtına şu an tüm dünyada, tüm normların arasında savruluyor. Çok büyük bir değişim geliyor. Tarihteki salgınları, savaşları ve göçleri incelediğinizde göreceksiniz ki büyük olaylar büyük değişimlere her zaman gebe olmuştur. Aynı şu an olduğu gibi. Hele ki böylesine küresel bir iletişim ağı içerisinde bu tür bir olay da eskisine nazaran çok daha boyutlu gerçekleşiyor. Çünkü değişime katkıda bulunan insan sayısı eskisinden bir hayli fazla. Üzerine konuşalım istiyorum. Birçok başlık var aslında ama ben sizlerle bu yazıda üç tanesini yüzeysel bir seviyede değerlendireceğim:
Dijitalleşme
Meğerse dijitalliğin kıyısında yüzüyormuşuz. Aslında çok daha fazlası varmış. Uzaktan eğitim, evden çalışma, internet üzerinde projeler, arkadaş buluşmaları, eğlence ve daha fazlası. Önceden de olan bu kavramları bugünlerde ciddi kapsamlarda test ediyoruz. Mesela uzaktan eğitim vardı ama uzaktan örgün eğitim yoktu. Şu an gençler olarak internet üzerinden üniversite hayatlarımıza devam ediyoruz. Ancak görünen o ki üniversitelerimiz buna çok da hazır değillermiş. Evet sanal ortamda sınıflarımız oluşturuldu. Dersler işleniyor. Olan sistemi, maalesef değişimi yorumlamaya çalışmadan devam ettirme gayreti görüyoruz. Devam ettiremedikleri her eylem için ise ödev ve benzeri sorumluluklara yüklenerek öğrenciyi boğmak gibi ilginç pratiklere şahit oluyoruz. Oysa ki öğrencinin kendi başına öğrenebileceği, araştırma yapabileceği, bilgiyi işlemeyi bir pratik haline getireceği eşsiz bir fırsat var. Öğretmenlerin anlatıcı ve kontrol edenden ziyade eskisinden daha kısa temaslar ile yönlendirici ve öğretici pozisyonlara yerleşmeleri gerekiyor. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde okuyan öğrencilerle konuşuyorum ve görüyorum ki herhangi bir üniversite bu konuda çok da başarılı bir adım atmıyor. Herkes azami ölçekte değişime ayak uydurmaya çalışıyor.
Büyük bir değişim geliyor, dijitalleşiyoruz ama fiziksel ortamı taklit etmeye çalışmanın ötesine geçemiyoruz. Kısa sürede bu kadar olması oldukça anlaşılır. Önemli olan bundan sonrası. Çünkü artık herkes biliyor ki öğrenciler evlerinden derse girebiliyor, kurumsal çalışanlar evlerinden işlerini yapabiliyor, mesafeler olmaksızın daha evrensel etkinlikler düzenlenebiliyor. Yüz yüze tanışmalar ve buluşmalar beklenmeden samimiyetler arttırılabiliyor. Küçük bir kesimin bildiği imkanları toplumların çoğunlukları öğrenmek zorunda kalınca ilerlemenin hızlanması da kaçınılmaz oluyor. Taklitten ziyade yaratıcılığın devreye gireceği süreç başlıyor. Covid-19 faz 2 aynı zamanda dijitalleşme faz 2’yi de beraberinde getiriyor.
Bu arada bu yazıyı okuyup da halen Zoom uygulamasını kullanmamış birisi var mı? Bence hepimiz bu ve türevi yıldızlaşan uygulamaları tanıdık. Artık eskiye dönüş olmadığını biliyoruz.
Toplumsal Anlaşma – Birey, Toplum ve Devlet
İnsanlık bir anlaşma yaptı. Bireyler topluluklar halinde yaşamaya karar verdi ve toplumları oluşturdu. Toplumlar düzen istedi ve devleti meydana getirdi. Devletler arttı, sınırlar çizildi ve kurallar kondu. Zamanla bu toplumsal anlaşma gelişti. İş birliği içerisinde yaşamaya çalışan insanlık her ihtiyacını karşılamak için mücadele etmeyi bıraktı. Gıdayı marketten aldı, saçını kuaförde kestirdi, güvenliğini birimlere teslim etti, araştırma işini bilim insanlarına, eğitimi okullara ve evini inşaat firmalarına teslim etti. Herkes bir alana odaklandı. Meslekler ve uzmanlık seviyeleri oluştu. Hayatta kalma iç güdümüz değişime uğradı. Temel ihtiyaçlarımızı karşılama mücadelesinden toplumun parçası olarak kalabilmek için sistemin talep ettiklerini yapmaya odaklandık.
Bugün bu anlaşmanın şartları değişiyor. Çünkü insanlar ekmeği fırından almıyor. Evinde yapıyor. İnsanlar kuaförlere gidemiyor, evlerinde saçlarını kesiyor veya traş oluyorlar. Güzel tatlar için kafelere ve restoranlara gitmiyoruz. Evimizde yeni tarifler yaparak tatmin oluyoruz.
Mesela çok sevdiğim San Sebastián tatlısı için ilk defa Kadıköy’de Stella’nın mekanına gitmedim. Malzemelerini alıp yapmayı denedim. Cheesecake yapmayı öğrendim. Dilimine verdiğim para ile koca bir keki yaptığımı, daha doğrusu yapabildiğimi fark ettim. Şu an güzel bir kafede oturmanın yanı sıra evimi doğru dekore edip arkadaşlarıma tatlımı evimde ikram etmenin hayalini kurabiliyorum. Bu sadece bir örnekti. Şu an ekmek yapan, traş olan, eğitim gören, üreten, tüketen, spor yapan… Birçok insan değişiyor ve kendi başına olmanın getirdiklerini hatırlıyor.
Sizler bu süreçte normalde satın aldığınız herhangi bir ürünü veya hizmeti kendi başınıza sağlamaya çalıştınız mı? Bence muhakkak renkli adımlar atmışsınızdır.
Sağlık ve Ekonomi – Evrensel Temel Gelir
Şu an insan hayatını etkileyen iki ana unsurun savaşına da şahit olmaktayız. Çünkü bu iki unsuru aynı anda yürütebilmemizi sağlayacak kadar gelişmiş bir canlı türü değiliz. Bu salgın bize bunu da göstermiş oldu. Sağlık için toplumsal bir karantinaya ihtiyacımız var. Karantinanın oluşu demek ekonominin de sınırlandırılması anlamına geliyor. Ekonominin hızını koruyabilmek ise karantinada ödün vermemiz gerektiğini söylüyor. Ya sağlığımızdan ya ekonomimizden vazgeçeceğiz gibi bir durum söz konusu. Hal böyle olunca devletler salgını yenmek için ciddi önlemler alıyor ve ağır karantina şartları oluşturuyor. Ekonominin çökmemesine yönelik ise önemli destek paketleri açıklıyor. FED şimdiden piyasalara trilyonlarca dolar enjekte etti bile. Birçok ülkenin mali kurulları da adımlar atıyor. Ülkeler borçlanıyor veya para basıyor. Enflasyondan korunmak için para politikaları gerçekleştiriyor. Yine de atılan her adım yetersiz kalıyor. Uzmanlar giderek kaçınılmaz gerçeği kabul etmeye başlıyor. Mevcut küresel ekonomi sistemi ve araçları ile bu krizi aşmak mümkün değil. Zaten son yıllarda adaletsiz gelir dağılımı ve krizlerle birlikte sorgulanan ekonomi sistemi şu an deyim yerindeyse ortadan ikiye ayrılıyor. “Halen mevcut sistemi koruyabiliriz” ile “değişimi okumalıyız ve yeni ekonomik modeller üzerine odaklanmalıyız”.
Ekonomi nereye doğru yönelir tam bilmiyorum ama bir önerge ile karşınıza çıkmak için araştırmamı yaptım. Sizlerle bir konu başlığını ele almak istiyorum.
Evrensel Temel Gelir!
Özellikle 2017 yılından itibaren tanınan ve belki de günümüzün en hırslı sosyal politikalarından biri olan evrensel temel gelir modeli 1970’li yıllarda ortaya çıkıyor ve ilk olarak Kanada’nın bir şehrinde deneniyor. Günümüze kadar birkaç deneme daha yapılmış olsa bile halen veriye ve analize ihtiyaç duyuyoruz. İngilizce adı “Universal Basic Income” olan bu model, devletin bireylere karşılıksız bir temel gelir sunması ile ortaya çıkıyor. Bir nevi devlet kendi halkına harçlık veriyor.
Her ülkenin şartları doğrultusunda farklı şekillenebilecek bu politikanın “Taban Temel Gelir” modelini ele alalım. Devletin vergi almaksızın kişilere, yoksulluk seviyesinin üstünde tutacak kadar para verdiğini düşünelim. Ancak enflasyon oluşturacak şekilde para da basılmıyor. Çünkü bu senaryoda devlet, temel geliri, zenginliğin yeniden dağıtılması ile gerçekleştiriyor. Öte yandan serbest piyasadan ise vergi almaya devam ediyor. Mevcut zenginliğin yeniden dağıtılması ile gerçekleşen bu ödemelerin ise doğru alanda kullanılacağı iddia ediliyor. Çünkü fakir bireylerin elde ettiği parayı daha çok ihtiyaca harcadığı araştırmalarla sabit. Hatta fakir bireylerin harcadığı para direkt olarak ekonomiye girdiğinden ekonominin hareketlenmesine de pozitif katkı sunuyor.
Sosyal devlet politikalarındaki şartlı ve yıldırıcı destek programlarından ziyade kişinin kendisine ve oluşturabileceği katkısına odaklanmasını sağlayan temel gelir modeli tribünden ziyade halka oynayan bir fikir. Buradaki en büyük soru ise şu. Zaten devletten temel bir gelir elde edilirken neden çalışmaya devam edelim?
Bunu burada uzun uzun açıklayabilirim ama size “evrensel temel gelir” modeli ile alakalı bir video bırakıyorum. Mutlaka izlemenizi öneriyorum. Altyazı Türkçe seçeneği bulunuyor. Bu videonun ötesinde daha detaylı bilgi edinmek isterseniz diye de evrensel temel gelir modelini açıklayan bir yazı linki bırakıyorum.
Röportajlar
Bu yazı serisinde Covid-19’u bir birey olarak yorumlamaya çalışıyorum ama bunun ötesinde genç gözlerden ve farklı açılardan da yaklaşımları sizinle paylaşmak istiyorum. Bunun için çok sevdiğim iki arkadaşımla sizleri İtalya ve Almanya örneklemlerine götürmek istiyorum.
Sıla Deren Toker – İtalya
Bu noktada Sıla’ya katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
Esra Özaltın – Almanya
Esra’ya da katkılarından dolayı çok teşekkür ediyorum.
Sizi bilmem ama birçok televizyon programında konuşulanlardan faha fazlasını hem Sıla’dan hem Esra’dan aldığıma inanıyorum. Umuyorum sizler için de güzel aktarımlar gerçekleşmiştir. Zaman ilerleyecek ve bugünlere bakıp neler düşünmüşüz hatırlayacağız. O yüzden bugünleri analiz edip ele almaya devam edelim.
Pan’ın Normları
Aslında planlamadığım bir yazı serisi oldu. Hikâye teması üzerinden ilerleyeceğim upuzun bir serüven tahayyül etmiştim. Ancak global ölçekte yaşanan COVID-19 salgınına kayıtsız kalmak bana çok uygun gelmedi. Çünkü yaşanılan süreci anlamak, mücadele etmek, yeni yaşam süreçlerine adapte olmak, değişimi takip etmek ve yeni toplum normlarını anlamak inanılmaz önemli. Bu süreçte kaç yazı olacağını bilmediğim bir seride olacağım. Her ay ele alınan farklı bir nokta ile bir bütün oluşturmaya çalışacağım. Bunu salgından ziyade bir tür vaka inceleme serisi olarak da görebiliriz; sonrasında dönüp okuyabileceğimiz, neler yaşandığını hatırlayabileceğimiz ve belki de farklı vakalarda yararlanabileceğimiz bir perspektif olarak. İyi okumalar diliyorum!