Efsane yönetmen Stanley Kubrick’in 1968’de yönettiği 2001: A Space Odyssey, zamanında çok ses getirmiş ve bilim kurgu sinemasını derinden etkilemiş bir film olarak karşımıza çıkıyor. 2001 filminin birçok teknolojik gelişmeyi doğru tahmin edişi insanı şaşırtacak cinsten. Filmin Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin üst-insan kavramına yaptığı gönderme, filmi daha da ilginç kılıyor. Kısaca bahsetmek gerekirse, Nietzsche’nin evrim merdiveninde önce insanın atası olan insansı, ondan sonra insan, en son da üst-insan gelir. Nietzsche’ye göre nasıl insansıdan bugünkü halimize evrimleştiysek bugün de insan kendini aşarak üst-insana erişmelidir. Ben de bu yazıda mitolojik anlatıların ve özellikle müziğin yardımıyla filmi Nietzsche’nin üst-insan felsefesini merkeze alarak anlamlandırmayı amaçlıyorum.
Giriş müziğinden sonra Kubrick bizi Richard Strauss’un Böyle Söyledi Zerdüşt adlı bestesiyle karşılıyor. Bu beste ismini Nietzsche’nin aynı adlı kitabından almıştır. Bestenin ‘Gündoğumu’ isimli bölümü çalarken güneşin yükselişini gösteren bir sekansla film başlıyor. İlk bölümde insanın şafağını, insansıları görüyoruz. Bazı açılardan bize benzeseler de aşırı ilkellikleri gözümüze çarpıyor. İnsansıların doğal yaşamına tanık olduktan sonra György Ligeti’nin tüyler ürperten ruhani müziği bize monolitin gelişini haber veriyor. İnsansılar bu dev dikdörtgen taşı fark ettiklerinde başta korkuyorlar ama kedilerde olduğu gibi en nihayetinde merak korkuya ağır basıyor ve aralarından Ay Gözcüsü monolite ilk defa dokunuyor. Diğerleri de onu takip ederek monolite adeta tapınırcasına dokunuyorlar. Buradaki ruhani müzik, monolitin ileri düzey tanrısal varlıklar tarafından gönderildiğini düşündürüyor. Bu sahnenin hemen ardından evrimde monolitin tetiklediği bir kırılma noktasıyla karşılaşıyoruz: Ay Gözcüsü Böyle Söyledi Zerdüşt bestesi eşliğinde bir anda kemiği alet olarak kullanarak hayvan iskeletini parçalamaya başlıyor. Bunu bir enstrüman çalar gibi müzikle uyum içinde gerçekleştiriyor. Kabilesinin diğer üyelerine de bunu öğretecek ve kemiğin sağladığı üstünlüğü bir şiddet aracı olarak kullanarak düşman kabile üyelerinden su kaynağını ele geçirecekler. Tanrısal varlıkların gönderdiği monolit bu keşfi sağladı ve bu dış müdahale insansıların insana evrilmesini sağlayacak. Bunlardan sonra gelen epik sekansta da, zamanda 4 milyon yıl atlayarak havaya atılan kemikten bir uzay aracına geçiyoruz. Teknolojinin bir kemikten nerelere vardığını göstermesi açısından son derece anlamlı.
2001 yılına sıçradığımızda Johann Strauss II’nin Güzel Mavi Tuna valsi çalarken uzay araçlarının hareketlerine ve uzay mekiğinin içindeki burjuva konforuna tanık oluyoruz. Uzay gemisinin istasyonla dans edişi ve mekikteki hostesin bembeyaz kıyafetler içinde balerin gibi yürüyüşü müzikle beraber müthiş bir harmoni yaratıyor. Sanki teknolojik gelişmenin ve bu gelişmenin yarattığı refahın kutlandığı bir balodayız ve insan evrenle vals ediyor.
Tekrar Nietzsche’ye dönersek, Nietzsche 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştı ve bu dönem bugünün aksine modernist bir dönemdi. Nietzsche’ye göre onun şarap tanrısı Dionysos ile özdeşleştirdiği taşkın duygular, döneminde geri plana atılmış; Güneş tanrısı Apollon ile bağdaştırdığı ölçü, tedbir, düzen gibi rasyonel özellikler öne çıkmıştı. Nietzsche modern çağın akla aşırı güvenen, aydınlık ama soğuk, ihtiyatlı ve içgüdüsüz yaşamını bir hastalık olarak gördü. Kubrick ise 2001 yılında bize Apolloncu değerlerin teknolojik gelişmeyle harmanlandığı bir evren sunuyor. Bu filmin insanların Ay’a ilk gidişinin arifesinde çıktığını unutmamak gerek. Nietzsche’nin aksine Kubrick moderniteye karşı iyimser bir tavır takınıyor ve teknolojinin tuvalette bile ilerlediğini gösteriyor; fakat bu tutum uzun sürmeyecek.
Daha sonra Heywood Ay’da bulunan monoliti görmeye gittiğinde yine tüyler ürperten ruhani bir müzik çalıyor ve onun da Ay Gözcüsü gibi ilk tepkisi dokunmak oluyor. O kadar değişen şeye rağmen özümüzde ne kadar aynı olduğumuzu gösteriyor. İnsansılara ek olarak bir tipik davranışımız daha var: fotoğraf çekinmek. Ama bunu gerçekleştiremeden Güneş’in monoliti aktive etmesiyle monolit, Jüpiter yakınlarına sinyal göndermeye başlıyor.
Jüpiter görevinde geminin içindeki teknolojiyle karşılaştığımızda vals yerine dramatik bir müzik çalıyor, olacakları haber verircesine. Yapay zekânın son ürünü tek gözlü HAL-9000 adlı bilgisayarın hiç hata yapmadığını ve Frank’i satrançta yendiğini görüyoruz. Ancak bu insan üretiminin son harikası HAL, Dave dışındaki mürettebatın ölümüne sebep olacak ki bu, teknolojinin yıkıcı potansiyelini gözler önüne seriyor. Yine de bu ağır bedelden sonra Dave, HAL ile girdiği hayatta kalma mücadelesini kazanıp onu kapatacak. Burada, filmin orijinal adının – 2001: A Space Odyssey – Odysseia destanına yaptığı atıftan hareketle filmle destan arasındaki benzerliğe dikkat çekmek isterim. Dave aynı Odysseus’un tek gözlü dev Polyphemus’u yendiği gibi tek gözlü “canavar” HAL’i alt etti. Aynı Odysseus gibi bütün mürettebatını kaybetti ve onun en sonunda yurdu İthaka’ya varması gibi Dave de Dünya’ya geri dönecek.
Dave, Jüpiter yakınlarındaki monolite yaklaştığında yıldız geçidi sekansı başlıyor. O gelişmiş uzaylı varlıklar Dave’i çok yüksek hızda kendilerine doğru çekiyorlar. Garip ışıklar ve tuhaf formlarla dolu bu yolculukta Dave kontrolünü kaybediyor. En sonunda Dave bir gezegende onların kendisi için hazırladığı bir “insanat bahçesi”ne konuyor. Konduğu tablo ve heykellerle bezeli oda, Fransız mimarisinin yalan yanlış bir örneğidir ve Dave’in bunu beğeneceğini düşünmüşlerdir, aynı bizim hayvanlara yaptığımız gibi. Uzaylı varlıkların tuhaf seslerini duyduğumuz bu odada Dave üstüne çalışmalar yapılır ve zaman Dave için eski bir moda haline gelir. İyice yaşlandığında yataktayken monoliti görür ve diğerlerinin yaptığı gibi ona dokunmaya çalışır. Buradaki el hareketi Michelangelo’nun Âdem’in Yaratılışı freskindeki gibidir. Ondan sonra Dave’in yıldız-çocuğa dönüştüğünü görürüz. Adeta yeniden doğmuş, yeniden yaratılmıştır ve Âdem gibi Dünya’ya gönderilecektir. Dave, Nietzsche’nin Zerdüşt’ü gibi üst-insana erişmiştir. Artık Nietzscheci evrimin son basamağı da gerçekleşmiştir. Tabii bunun sadece bir gönderme olduğunu, Nietzsche’nin üst-insanının biyolojik evrimle alakası olmayıp tamamen felsefi bir fenomen olduğunu belirtmem gerek. İlerleyen sahnede Böyle Söyledi Zerdüşt çalmaya başlar ve bu fetüs halindeki üst-insanın Dünya’ya baktığını görürüz. Ne düşünüyor, ne yapmayı planlıyor? Bu bakış bana Otomatik Portakal’ın son sahnesindeki Alex’in tutkulu bakışını hatırlatsa da “Kim bilir?” demekle yetineceğim, yönetmen de açık uçlu bırakmış. Film bize Güzel Mavi Tuna valsiyle veda ediyor, ben de öyle yapayım:
Tarkovski’nin Solaris’ini inceleyeceğim gelecek yazıda görüşmek üzere!
Kaynakça
Nietzsche, F. (2011). Böyle Söyledi Zerdüşt. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Nietzsche, F. (2010). Putların Alacakaranlığı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Nietzsche, F. (2010). Tragedyanın Doğuşu. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
https://www.youtube.com/watch?v=er_o82OMlNM&feature=emb_title