Aslında bu yazıyı haziran sayısı için yazmayı planlıyordum. Ama hayatta her şeyin planlandığı gibi gitmediğini bir kez daha tatmış oldum. Ocak ayı itibari ile Erasmus+ Değişim Programı kapsamında Finlandiya’nın Lappeenranta şehrinde yaşıyordum. Bu yazıda, geçen 2.5 ayda gözlemleyebildiğim kadarıyla, Finlandiya ve oradaki okulum hakkında ve total sürecin nasıl geçtiğini anlatacağım.
Öncelikle niye erken bitti? Sanırım 13 Mart Cuma günüydü. Evdeydim, telefonum çaldı, Erasmusta Belçika’da olan bir arkadaşım aradı. Cemal okuldan gelen maili okudun mu dedi telaşla. Maile baktım, uzun bir metin. Özetle, hızla yayılan corona virüsünden sebebiyle, yurt dışında bulunan öğrencilerin okulumuz tarafından geri dönmesi tavsiye edildi. Çok beklenmedik bir anda gelince bu haber bir şok oldum tabii. Tüm günüm ne yapmam gerektiği, nasıl bir karar almalıyımı düşünmekle geçti. Başta dönmeyi düşünmüyordum, Finlandiya o sırada bulunabileceğim en güvenli yerlerden biri olarak geliyordu (ki halen öyle aslında), yaşadığım şehrin 75 bin nüfusu olmasını da hesaba katınca. Bu sırada planlanan etkinlikler teker teker iptal oluyordu, oradaki derslerimiz çevrimiçine dönüyordu ve daha sonra dönememe ihtimalini ve bu riski düşünüyordum. Aile, arkadaşlar ile uzun uzun telefon görüşmeleri sonrasında dönmeye karar verdim. Doğru da bir karar oldu, çünkü sonrasında hem Finlandiya’dan çıkış hem de Türkiye’ye giriş prosedürleri zorlaştı. Hemen ertesi pazartesine bilet alındı ve döndüm.
Gelelim güzel ve asıl kısma. Erken de bitmiş olsa 2.5 ay çok güzel bir zamandı. Şubat ay ki beklenti üzerine olan yazımda da belirttiğim gibi, özellikle Finlandiya seçmemin birçok nedeni vardı. En başta küçük bir şehre gittiğimi biliyordum, bu İstanbul’da yaşanılan 3.5 yılın ardından nimet gibi bir durumdu benim için. Şehir inanılmaz sakin, yollar asla dolu değil. Okula 20-25 dakikalık yürüme mesafem vardı ve yürüme yolu da tam bir doğa yürüyüşü sayılabilirdi. Adeta bir ormanı andıran derecede çok ağaçlarla doluydu yol. Hatta bazen yolu 10 dakika uzatarak gölün kenarında yürüyebiliyordum. Aslında çok basit bir şey gibi gözükse de okula gitmek için saatlerini yolda, toplu taşımada harcamamak çok güzel bir duyguydu. Fiziken de bana katkısı çok olmuştu, öyle de bir boyutu vardı… Buna benzer bir sürü güzel yürüyüş yolları vardı şehirde. Toplu taşıma olarak çok gelişmiş bir şehir olduğunu söyleyemem, ancak otobüse de çok ihtiyaç duyulmadığı da başka bir gerçek. Genellikle insanlar daha uzun bir mesafe gidecekse bisiklet sürmeyi tercih ediyordu, kışın karda bile… Buna halen hayret etmekteyim. Ben karlı ve hafif buzlu havalarda zor yürürken insanlar alışmış koşuyor, bisiklet falan sürüyordu… Kısaca ulaşım ve erişebilirlik çok yüksek seviyedeydi ve bunun yaşam kalitesini ciddi ölçüde arttırdığını söyleyebilirim.
Okul hakkında öyle uzun uzun yazmak istemiyorum aslında ama birkaç bilgi de vereyim. Lisans bölümleri ağırlıklı Fince, yüksek lisans bölümleri İngilizce veren bir okul. Bu sebepten dolayı derslerim hep yüksek lisans dersleriydi. Doğal olarak da erasmusa gelenlerin neredeyse tamamı da yüksek lisans öğrencisiydi. Bu yüzden ben sınıf ve dışarıdaki ortamlarda biraz küçük kalıyordum… Başta sınıf arkadaşlarım ve hocalarım bu duruma çok şaşırsa da açıkçası oradaki yüksek lisans dersleri ile buradaki lisans derslerimin arasında çok da bir fark göremiyordum. Hatta bazı durumlarda, abartısız, yüksek lisans derslerinde bizim lisansta gördüğümüz konular yeni işleniyordu; ki normalde çok temel görünen konular da bile. Ve okul işletme ve ekonomi bölümleri içinde dünyada top 200de olan bir üniversite. Öğrencilerin yaşça biraz büyük olması ve/veya birkaç yıllık tam zamanlı iş tecrübesinden okula dönenlerin olması sebebiyle sınıf kalitesi çok üst seviyedeydi. Dersler genel anlamıyla interaktif geçiyordu ve 1 ders hariç (6 ders arasından) hiç finalim yoktu. Eğitim sistemi daha çok uygulamaya ve öğrencinin dahil olup üretmesine dayalıydı. Bu sistem çok güzel de işliyordu ve dersleri baya verimli buluyordum. Güzel bir farklılık da periyod sistemi uygulanmasıydı. Yani basit bir şekilde tüm akademik seneyi 2 sömestre ayırmak yerine 4 periyoda bölünüyordu. Böylelikle dönemin ortasında derslerin yarısı bitmiş oluyordu ve dersler daha kompakt işleniyordu.
Finler… Yani genelleme yapmak ne kadar doğru ama geneli için hava şartlarının insana yansıdığı söylenebilir… Bir etkinlikte, derste, sporda vs. karşılaştığımızda çok samimi, sıcakkanlı oluyor aslında. Örneğin derste çok cana yakın davranıyorlar ancak ders dışı yolda karşılaşsan zor selam alırsın. Ha bir de sarhoş olduklarında da… Şöyle güzel bir durum var: herkes İngilizce biliyor. Yani bu benim için inanılmaz bir avantajdı. Sokakta, markette, otobüste vs. nerde biriyle karşılaşsam ve iletişim kurmam gerektiyse çok rahat bir şekilde kurabildim. Yardım konusunda da eli açıklar aslında. Ama sosyal mesafeyi korumaya bayılıyorlar diğer yandan. Böyle anlatınca garip geliyor biliyorum ama cidden böyle tuhaf bir durum var. Ülkenin müzik kültürü = 2006 Eurovision Finlandiya. İnanılmaz metale düşkünler, neredeyse dinlemeyen yok. Ne kadar doğrudur bilinmez ama bu durumun çok kahve içmeleri ile bir bağlantısı olduğu söylenir. Evet, inanılmaz derece kahve içiyorlar. Ben hayatımda bu kadar çok kahve tüketen insanlar görmedim. Sudan çok içiyor olabilirler. Bunun güzel bir getirisi, okulda bedava kahve olmasıydı… Ve en çok bayıldıkları şey: sauna. Haftada en az 2 saunaya gitme yeminleri var resmen. Bir rutin onlar için. Ve bu en az cidden. Baya baya her gün saunaya gidenler var. Gittiklerinde de öyle 15 dakika falan durmuyorlar. 1 saat harcıyorlar en az. Keyifli bir sauna adetleri de var. Saunada bir süre durduktan sonra şoklama etkisi için dışarı çıkıp, varsa etrafta bir göle giriyorlar ya da buz/kara yatıyorlar, sonra tekrar saunaya. Bu geleneklerinden dolayı da göl veya denizin kenarlarında çok güzel saunalar var. Bir de çok ilgimi çeken şeylerden biri yerel halkın 2.el eşyaları kullanma sıklığıydı. İnsanlar artık ihtiyaç duymadıkları şeyleri doğrudan atmak yerine 2.el dükkânlara veriyorlardı. Verdikleri kadar alıyorlar da. En güzel yanı bu dükkânlardaki eşyaların hem çok ucuz olması hem de çok iyi durumda olmaları. Yani çoğu üründe sıfır ile ayırt etmek zordu. Ve her şeyi bulabiliyordunuz. Mobilyadan giyime, buz pateninden kitaplara… Bir de marketlerde dikkatimi çeken çok güzel bir uygulama vardı, çok işime yarayan. Ürünlerin son kullanım tarihlerine 1-2 gün kala, marketin büyüklüğüne bağlı olarak, %30-%50 arası bir indirim oluyordu. Böylelikle anlık veya ertesi gün tüketebileceğimiz ürünleri çok ucuza alabiliyorduk.
Finlandiya’daki en büyük şanslarımdan biri, evimin tam karşısında “Pamukkale” adında bir restoran olmasıydı… Kebap ve pizza salonuydu. Finlandiya’ya vardığım ilk günde, uzun bir yolculuk sonrası ve yerleşmenin yorgunluğu ile karnım çok acıkmıştı. Markete gidip bir şeyler alıp hazırlamak için kendimi çok yorgun hissediyordum. Geçen sene erasmusa gitmiş bir arkadaşım da tavsiye etmişti orayı, mutlaka bir ara git diye. Ben de ilk günden bir uğrayayım dedim, hem tanışmış oluruz hem de karnımızı doyururduk. İlk Türkçe kelimeyi söyler söylemez inanılmaz bir samimiyet ile karşılandım. Karnımı doyurmaya gittiğim bir yer sıcak bir karşılanma törenine dönüşmüştü sanki. O gün sanırsam 2 saate yakın muhabbet ettik, tanıştık. Yemeği de ısmarladılar, gurbette misafirperverlik be… Sonraki haftalarda sık sık uğruyordum, haftada en az bir. Bir okul çıkışı veya evde geçirdiğim bir günde mola niyetine karşı sokağa gidiveriyordum hemen. Çay, kahve eşliğinde keyifli muhabbetler dönüyordu hep. Finlandiya’ya nasıl geldiklerinin hikâyeleri, başlangıçta yaşadıkları zorluklar vs. uzun uzun dinledim hep. Hem ülkeye hem şehire adapte olma konusunda çok yardımcı oldular. Hatta ilk hafta şehri gezmiştik beraber, nerede neyi bulabilirim turu atmıştık falan. Sonrasında arkadaşlarımı götürüyordum oraya, Lappeenranta’nın en iyi kebapçısı diye tanıtıyordum… Kısacası bana çok yardımları dokundu, çok destekledir ve oradaki hayatımı kolaylaştırdıkları/güzelleştirdikleri kesin.
Özetle; erken de bitmiş olsa, en güzel zamanları kaçırmış da olsam bu kısa sürede bile çok güzel ve keyifli vakit geçirdim. Muhtemelen kaçırdığım çok şey de olmuştur ama önemli olan anı yaşamaktı, değerlendirebildiğim kadar fırsatlardan faydalanmaya çalıştım.