Çoğumuz bir kafede arkadaşlarımızla goygoy yaparken ‘Ya şunun bir uygulaması olsa ne güzel olur!’ cümlesini kullanmışızdır. Beynimiz çoğu durumda direkt çözüm odaklı çalışıyor. Fakat bir iş fikri aklımıza geldiğinde çözüm üretmeden önce kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: ‘Ben KİMİN, HANGİ problemini çözüyorum?’. Çıkış noktası olarak çözüm bulma odaklı değil, problem bulma odaklı olmak gerekiyor.
Dünyaya, çözülmeyi bekleyen problemler yumağı olarak bakmanın girişimci bakış açısı kazanmakta önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. Gündelik yaşamda etrafımızda farkına varmadığımız binlerce sorun var. Ama sorunlar oradalar ve çözülmeyi bekliyorlar. Bu sorunları yaşayan insanlar ise getirdiğiniz çözümü tüketmek için bekliyorlar.
Üniversitede girişimcilik dersinde Adil Oran’ın bize her hafta yaptırdığı harika bir egzersiz vardı. Adil hoca, bizden her hafta günlük hayatta karşılaştığımız 5 tane sorunu not etmemizi ve ufak da olsa bir çözüm önerisi getirmemizi istiyordu. İlk başlarda çok zorlandım 5 tane sorunu bulabilmek için. Ne güzel hayatımız var, sorunsuz dertsiz tasasız geçiyor diye geçirdim içimden. Haftalar geçtikçe etrafımda gözlemlediğim sorunlar birer ikişer artmaya başladı. Peki, değişen neydi bu birkaç haftada? Herhalde ilahi bir güçle hayatıma sorunlar bahşedilmiş olamazdı. Değişen şey, benim günlük yaşantıma bakışımdı. Buna girişimci bakış açısı da diyebiliriz. Etrafıma baktığımda artık mükemmel olmayan bir sistem, düzeltilebilecek, çözümler getirilebilecek bir evren görüyordum.
Geçen hafta Y-Combinator’ın CEO’su Michael Seibel’in girişimcilere tavsiye videosuna denk geldim. Gündelik hayatta insanların çok karşılaştığı sorunlara çözüm getiren start-upların daha hızlı büyüme ivmesini yakaladığını belirtiyordu. Sonrasında hepimizin bildiği Uber örneğini verdi. Bir yerden bir yere gitmek için çoğumuz haftada üç dört defa taksi kullanıyoruz ve taksiyi bir tuşla çağırmak günümüzü kurtarıyor.
Diyebilirsiniz ki benim hayatım mükemmel, her şey tıkırında ve çözülecek hiçbir şey yok. Nereden bulacağım ben bu sorunları? Burada iki seçenek var: ya bizzat sorunları yaşamak ya da sorunları yaşayan kişilerden dinleyerek veya ilham alarak çözüme ulaşmak. Sorunları bizzat yaşamak, o acıyı hissetmek çözüme giden yolu kesinlikle kolaylaştırıyor.
Diğer taraftan etrafımızdaki sorunları bulabilmek için sokaktan geçen birisine ‘Hocam hayatında hangi problemin var? Nasıl bir app geliştirsem bana para vermeye hazırsın?’ gibi sorular sorarsanız, bulmaya çalıştığınız o müthiş iş fikrini bulamıyorsunuz. Bunu denedim ve genelde aldığım cevaplar şu minvalde oldu: ‘Bir düşüneyim. Çok şükür, bir sorunum yok. Bu şekilde sorunca da bir anda cevap akla gelmiyor’.
İş fikri bulmak, iş fikrini doğrulamak, müşteriyi tanımak için “Get out of the building” mottosuyla sahaya inmemiz gerekiyor. Ancak bu şekilde problem tanımlaması yapabiliriz ve hedef kitlemizi yakından tanıyabiliriz. Bu kişiler ne yer, ne içer, ne giyer, problemle karşılaştıklarında ne yapıyorlar, halihazırda bu problemi nasıl çözüyorlar gibi sorulara cevap bularak hedef kitlemizi daha yakından tanıyoruz.
Hedef kitleyi tanımlama işine ‘persona’ belirlemek deniyor. Persona’mızı belirledikten ve onların problemlerini gözlemleyerek, dinleyerek deneyimledikten sonra çözüme giden yol çok daha kolaylaşıyor. Çoğu zaman, müşteri görüşmelerinden sonra bizim sorun olarak düşündüğümüz ve çözüm getirmeye çalıştığımız şeylerin aslında onlar için sorun olmadığını veya getirdiğimiz çözüme para vermeyeceklerini anlıyorsunuz. Bu noktada, iş fikrimizi müşteri mülakatları doğrultusunda yeniden şekillendiriyoruz.
Şu an, arkadaşlarımla hayvancılık sektöründe hayvan sahiplerinin sorunları için geliştirdiğimiz bir app var. İlk başta aklımıza gelen fikir bambaşkaydı. Kısaca, inekler için Apple Watch’vari bir cihaz geliştirmeyi hedefliyorduk. İneklere hayatımda sadece birkaç kez dokunmuşluğum var ve sadece birkaç kere ahırda bulundum. Yani çözüm getirmeyi hedeflediğim sektöre gayet uzaktım. Bu yüzden, kağıt üzerinde baktığımda muhteşem bir iş fikri gibi gözüküyordu. Fakat birkaç çiftlik gezdikten, müşterilerimizle görüştükten sonra aslında ilk çözümümüzün onların gerçek problemlerini çözmediğini ve geliştireceğimiz cihaza para vermeyeceklerini gördük. Sonrasında fikrimizi pivot ettik ve onların gerçek ihtiyaçlarını karşılayan bir app geliştirmeye karar verdik.
Başarılı girişimlerin çoğunun temel özelliği müşterisinin gerçek bir sorununa çözüm getirmesidir. Sorun-çözüm uyumunu sağlayamamış, bir başka deyişle müşterinin para verip almaya gerek duymadığı ürün veya hizmet üreten start-up’lar batmaya mahkûm oluyorlar.
İlk hızlandırma programının kurucusunu Paul Graham’in bu konuda basit ama etkili bir sözü var:
“İnsanların istediği bir şey üret!”
Aslında diğer bir deyişle: “İnsanların istemediği bir şeyi üretme!”
Çoğu start-up, sunumuna pazarda karşılaştıkları ve çözüm getirdikleri sorunu anlatarak başlar. Anlattıkları sorunu o kadar içselleştirmişlerdir ki, bu soruna aşıklar ve bütün eforlarını bu sorunu çözmek için harcıyorlar. Sorunu dinlerken genelde şöyle bir izlenime kapılıyorum:
“Onlar gelmese az daha dünyanın sonu geliyormuş. Ama bu sorunu çözmüşler ve onlar sayesinde; dünyamız çok daha aydınlık ve güzel bir yer.”
Sadece start-up dünyası için değil, hayatımızın çoğu noktasında çözerken tutkuyla bağlanacağımız sorunlar bulmak gerekiyor sanırım. Tutkuyla bağlandığımızda da start-up maceramızı sürdürme motivasyonunuzu bulabiliriz. Çünkü inanılmaz riskler barındıran ve her an batma noktasına gelebileceğimiz bu yolda bazen sarılacağımız yegane şey o sorunu çözme tutkumuz olacaktır.
Problem bulma ve ilk müşteriye ulaşma konusunda Doç. Dr. Adil Oran’ın videosunu izlemenizi tavsiye ederim.
Fikirden mi yola çıkmalıyız, yoksa problemden mi? Kendimize bir fikir defteri mi tutmalıyız, problem defteri mi? Y-Combinator’ın CEO’su Michael Seibel’in bu konular hakkında konuştuğu aşağıdaki altı dakikalık kısa videosunu izlemenizi tavsiye ediyorum.