Çerez tabağımdaki Şam fıstıkları bitti. Artık yazıya geçebilirim.
Karantina günlerinde, dört duvar arasında, bilgisayardan kısık sesle çalan bir piyano sesi eşliğinde arşiv taraması yaparken bu fotoğrafa denk geldim. Yazının tamamını okumadan önce sizlere tavsiyem arka fonda sözsüz bir müzikle fotoğrafa iki dakika bakmanız olacak. (Ufak bir tavsiye daha: Evgeny Grinko- Dusty Room)
Bir yaz günü güneş bir kere daha doğmak üzere batmaya yaklaşmış durumdayken, Beşiktaş’ın kalabalık ve bir o kadar da samimi dar sokaklarından geçerken ayak üstü çekilmiş bir kare. Fotoğrafa ilk baktığımızda genel çoğunluğun ilk gördüğü şey kabalık. Kalabalık kavramının genelde hoş bir anlamı yoktur içimizde; sıkışmışlığı, kirliliği hatta bunalmayı çağrıştırır ilk başta bizlere, fakat şu günlerde benim en çok özlediğim kavramlardan bir tanesi kalabalık. Kimi zaman geniş caddelerde yahut dar sokaklarda bir kalabalığın içinde gideceğimiz hedefe doğru yol alırken yeni yerler keşfetmeyi, farklı yüzler görmeyi, hiç tanımadığım insanlara gülümsemeyi, yol üstündeki seyyar satıcılarla muhabbet edip memleketini sormayı (bizim ülkemizde birbirini tanımanın sözde en kolay yolu budur ya) özledim… En önemlisi de kalabalıkta yalnız hissetmeyi çok özledim. Kendi derdine düşmüş hızlı adımlarla ilerlerken, kafanın içinde kendi sıkıntılarının kederini yaşarken hayatın etrafında akıp gittiğini görmek bana çoğu zaman dünyadaki yerimi ve derdimin büyüklüğünü anlamamda yardımcı olan bir his. Hayatta şikayetçi olduğumuz şeyleri bir gün özleyeceğimiz veya seveceğimiz kimin aklına gelirdi? Bu da hayatın bir sürprizi olsa gerek. En kısa zamanda, mangalda buram buram sucuk kokusu eşliğinde ‘’kalabalık’’ kelimesinin sizlerde çağrıştırdığı anlam üzerine konuşmak dileğimle…
Sevgi ile kalın.