Durmayan çeneler, malayani konularla meşgul olan zihinler, cevap hakkı doğmaksızın öldürüşler! Evet, kimse söylemedi kültür kelimesinin daima pozitif bir anlamının olacağını. Hatta bazen kültürler ‘kalıpların’ devamlılığını sağlamak için bir araçtır diyerek, kendi kulvarında eleştirel yaklaşım da sergileyebilirim.
Ne yazık ki içkin olarak birtakım kalıpların devamını sağlamayı toksik de olsa isteriz. Belki alışmışlıktan, belki kudurmuşluktan. Ancak dedikodunun kalıplarını büyük bir ihtiras ile devam ettirme çabamız sanırım insanlıktan. Haydi, dedikodu kültürüne küçük bir merhaba diyelim. Selam vermek önemli; zira her gün zehirli meyveleri ile müptelası olduğumuz bu yapıyı geçiştirirsek muhtemelen arkamızdan konuşacaktır.
Dedikodu; “demek ve koymak” fiillerinin 3.tekil şahıstaki geçmiş zaman kurgusu. Dedi ve ko(y)du. Yani bir olaydaki öznenin üzerine, bir nesnenin de aktör olma çabası girdi. Söz söylemiş kişinin sözü üzerine söz söylendi ve dedikodu kelimesinin anlamının hakkı verilerek eylem gerçekleşmiş oldu. “O onu dedi, bu bunu dedi” anlatıları. Saatlerce süren, bitmek bilmeyen, çekiştirmeli ve çekememeli sohbetler bütünü. Yani vur patlasın çal oynasın; sohbet, gırgır, şamata!
Tabi bir de dedikodunun Arap kardeşi gıybet kelimemiz var. Gıyabında konuşmak deriz ya hani; gaybi olan, yani olmayandan türemiştir gıybet kelimesi de. TDK, dedikodu kelimesini gıybet ile eş anlamlı olarak tanımlasa da gıybet kelimesi anlamsal olarak daha ağır bir ifadeye sahiptir.
Kelimeler anlamlardan doğuyor; anlatma çabasından ve ifadeye yüklenen anlamdan. İslam dininde gıybetin yeri oldukça hassas olması sebebiyle yüklenen anlamlar da hassaslaşmış. Nasıl mı? Muhabbetin geçtiği ortamda bulunmayan bir kişi hakkında ‘gerçeklere dayanarak’ yapılan bir sohbettir gıybet. Ancak hakkında konuşulan kişi ortamda bulunsa, muhatap alınıp aynı konu yüzüne karşı söylenemeyecektir. Zaten eğer konuşulanlar gerçeklere dayanmayan bir bağlamda ise bu gıybet olmaz, iftira olur. Kur’anda gıybet ‘ölmüş kardeşinin etini yemek’ olarak tanımlanmışken siz gelin bir de iftiranın durumunu düşünün.
Susmanın erdem olduğuna yönelik Uzak Doğu’dan Roma’ya kadar onlarca medeniyete, inanışa ve düşünüre ait olabilecek söz ile karşılaşırız. Akl-i selim olmak, bir kişiyi veya düşünceyi ateşe atmamak, eylemlerin ve konuşmaların sonuçları ile yaptırımlarının olacağını bilerek hareket etmek elbette latif bir duruştur. Peki, dedikodu hiç yapmıyor muyuz? Vallahi yapıyoruz. Hatta yapabilmek için de meşru zeminler hazırlıyoruz: “E, canım o kadarcık da konuşalım” mı diyoruz, “E yani sanki yalan söylüyorum” mu diyoruz ya da “O da kesin benim arkamdan konuşuyordur ama” mı diyoruz? Zaman zaman, sırayla, hepsini diyoruz.
İnançlı bir birey olun ya da olmayın. Dedikodu eyleminin manevi sonuçlarını önemsemeseniz de maddi sonuçlarına hayat içerisinde şahitlik ediyorsunuz. Bu sonuçları elbette negatif olarak değerlendiriyorum. Yaşamı ve insanı anlamaya-anlamlandırmaya başladıkça dedikodu dediğimiz mekanizmanın ne kadar ilginç bir yapı olduğunu çözümlüyorsunuz. Yaş aldıkça gelen sakinlik mi, yoksa dedikodunun dinamiklerini yönetebilme becerisini yakalamak mı bilmiyorum ama eskisi kadar konuşan birisi olmadığınızda ve anlatandan çok dinleyen pozisyonunda olduğunuzda dedikodunun salt metinlerini çok daha iyi görebiliyorsunuz.
Kendi dünyamda hissettiğim bir farkındalık var: İnsanların benim dedikodumu yapması beni rahatsız etmiyor! Evet. Her birine, inancım dolayısıyla, hakkımı da helal ediyorum. -İftira söz konusunda bunu demiyorum elbette.- Hatta gerekli şartlarda dedikodumu yapmaları için insanlara ilgili araçları bilakis ben sağlıyorum. Eh, bu tüketim çağında reklamın iyisi kötüsü olmaz sonuçta. Genellikle kendimle ilgili bir durumu veya gelişmeyi bir insana anlatıyor isem sansür koymamaya özen gösteririm. Bırak, istiyorsa gitsin başkalarına anlatsın. Baktım ki insanlar konuşmayı seviyor, baktım ki bazı şeylerin bazı insanların kulağına gitmesi gerekiyor; neden sohbet arasındaki metinleri doğru şekilde kullanmayalım?
Dedikodu kültürünün kendime göre pozitif çıktılarından birini daha paylaşmak istiyorum: Dedikodu kültürü, insana söylediklerine dikkat etme özelliği kazandırıyor! Belli ortamlarda belli konular konuşurken gerçekten düşünerek hareket etmeniz gerektiğini fark ediyorsunuz. Çünkü konuşmalarınızın bilincinde olursanız, sahipleri de siz olursunuz. Yarın bir gün başkası ifadelerinizi çarpıtarak kulaktan kulağa aktarsa bile dönüp size geldiğinde mert bir duruş ile hangi durumda ne ifade ettiğinizi net şekilde muhataba aktarırsınız.
Sözlerinin farkında olan ve alt metinleri okuyan birine dönüştüğünüzde zaten zamanla dedikodu yapmak için değil, şahıs olarak güçlü olmak adına da ilgili bilgileri kaydetmeniz gerektiğini öğreniyorsunuz. Bu bilgileri bir başkasına aktarma niyeti yok, yalnızca kendiniz için! Bilgi, güçtür. Tabii, şu durumda Kadriye teyzenin kızının kocasının eve kaçta geldiğinin bilgisini kastetmiyorum elbette. Hangi bilgi kanallarının güç olduğunu, yazının bu noktasına kadar okuduysanız zaten duygusal zekânız sebebiyle farkındasınız demektir.
Duygusal zekâ demişken bir tane de sadakat ve manipülasyon bağlantılı dedikodu pozitifi vereyim: Mavi renk testi. T kişisine başka hiç kimsenin bilmediği, uydurmaca bir X bilgisi verirsiniz. X bilgisinin T kişisi tarafından insanlara aktarılıp aktarılmadığını kontrol edersiniz. Sizin yaydığınız X bilgisi bir başkası tarafından yine sizin kulağınıza iletiliyorsa T kişisini maviye boyarsınız. Çünkü aslında X bilgisi yanlış ve kimsenin bilmediği bir bilgi iken yayılmış ise anlarsınız ki T kişisi bilgi sızdırıyor veyahut muhabbet etmeyi (öhöm pardon dedikodu yapmayı) seviyor. Korktunuz mu? Korkmayın yav.
Peki, dedikodunun maddi anlamda sorun teşkil ettiği nokta neresi? Hemen söyleyeyim: Sır verme adı altında hiçbir şeyin sır kalamaması. Birisine güvenip kendinizle alakalı ya da bir başkası ile ilgili bir bilgiyi anlatıyorsunuz. Aslında o güvendiğiniz kişi gerçekten güvenilir. Ama bu güvenilir arkadaşınızın da bir insan olduğunu unutmamanız gerekiyor çünkü 2 durum yaşandığında o bilginin arkadaşınızdan çıkma ihtimali var: Aşırı öfke ve aşırı mutluluk.
Bir sırrınızı arkadaşınız ile paylaştınız ve aradan aylar geçti. Bilgiyi verdiğiniz insan bir ortamda çok mutlu ve çok neşeli iken birisi tarafından bilgi sahibi olduğunuz konu ile ilgili bir muhabbet açılıyor ve aslında asla paylaşmamanız gerekirken o anın sarhoşluğu ve gevşekliği ile üzerinden de ayların geçmiş olması sebebiyle pat diye söyleyiveriyorsunuz. Aslında bir sır olduğunu bile unutuyorsunuz. Unutmasanız yapmazdınız. Sorun şu ki o ortamda aslında arkadaşınızı pek de sevmeyen ve bu bilgiyi kuşku duymadan başkalarına anlatacak birinin varlığından dahi bihaber oluyorsunuz. Ancak iş işten geçti. Niyetiniz kötü olmasa bile mutluluk ve neşe sarhoşluğu ile o bilgiyi çoktan dedikodu kültürüne sattınız. Aynı şekilde çok sinirli bir anınızda da bunu yapmanız yine psikolojik saptamalar sonucu oldukça olası.
“B” olayının “K” kişisiyle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, B bilgisi hiç aklınızın ucuna gelmeyecek bir bağlamda K kişisine ulaşır. K kişisi de ne yazık ki boşboğazlık yaparak “Z” kişisine iletir. Z kişisi bağlamdan o kadar ama o kadar kopuktur ki bu B olayının asla “M” kişisine gitmemesi gerektiğini dahi bilmiyordur. Aslında K kişisi M kişisine bu B olayının gitmemesi gerektiğini bilir, ona anlatmaz. Ama yanlışlıkla Z kişisinin de M kişisi ile muhabbet edebilme ihtimalini göz ardı ederek B bilgisini ona verir. İşte tam bu noktada olanlar olur… Dedikodu kültürü devinim bulur.
İnsanların ne yaptığının, ne kararlar aldığının, kimle sevgili olduğunun, kimliğinin ne olduğunun, hangi konu hakkında ne düşünür olduğunun inanın hiç ama hiç konuşulacak bir tarafı yok! Dedikodu, narsizmimizi besleyen ve içkin olarak haset barındıran bir eylem. Dedikodu yaparken bu gerçeği lütfen unutmayalım. İğneyi önce kendimize batıralım; çuvaldızı sonra belki gerekirse ve dilerseniz başkalarına batırırsınız. Ayık olalım! Dedikodu yapmayalım ama dedikodu gerçeğine de gözlerimizi kapatıp sırtlanlara yem olmayalım. Zira çiğ etin kanı ne damağımıza ne üstümüze sinsin istemeyiz.