Uzun zaman önce okuduğum 1984’ü yeniden okumak ve bu sefer notlar alarak, daha ağırdan okumama vesile olan husus; mevzubahis kâbus senaryosunun etkileyici korkutuculuğunun yanı sıra; günümüzde yaşadığımız toplumsal ve siyasi hayattan o kadar da bağımsız ve uzak olmaması, epey benzerlikler veya en azından günümüzü anımsatan örnekler taşıdığını fark etmemdi. Romanı yeniden okuyup çift dikiş olsun diye filmini de izleyince kimi fikirlerim daha bir yerine oturdu. Tartışılmaya muhtaç pek çok konu kitapta halihazırda mevcut, fakat bizi en çok ilgilendiren kısmın bu iç karartıcı kurgunun günümüzde birçok toplumdaki yansıması olduğunu düşünmekteyim.
“SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
CEHALET GÜÇTÜR”
Orwell’ın 1949’da yayımlanan distopik başyapıtı 1984, tek partinin (İngiliz Sosyalizm’inin kısaltması olan Ingsoc) hüküm sürdüğü bir ultra-otoriter ve totaliter devlet anlayışının, kamu görevlisi bir vatandaşın gözünden anlatımıdır. Yukarıdaki 3 cümleyi esas ilkeleri olarak belirleyen Okyanusya adındaki kurgusal ülke, vatandaşlarına korku veren bir düzeni dayatır ve onları sürekli gözetim altında tutar. Varlığını her yerde asılı olan “Büyük Birader Seni İzliyor” yazılı pankartlarla vatandaşlarına hissettirir, her hanede bir kamera vardır ve devlet bireyler üzerindeki mutlak gözetimini ve tahakkümünü bu sayede gerçekleştirir. Her an tutuklanma, işkenceden geçirilme, ortadan kaldırılma ve isimlerinin kayıtlardan silinmesiyle “hiç yaşamamış olma” korkusuyla yaşayan Okyanusya vatandaşları, sistemin kendilerine empoze ettiği yaşamın dışına çıkmaz, kendilerine “bahşedilen özgürlükler” çerçevesinde yaşamaya bakarlar. Hiçbir şekilde hayatlarının rengi olmayan insanlar için yaşamak; Parti’ye hizmet etmek, başta Emmanuel Goldstein olmak üzere devlet düşmanlarına nefretlerini kusmak ve ulusun kurtarıcı babası (var olup olmadığı dahi net olmayan) Büyük Birader’e sevgilerini göstermekten ibarettir. Romanın baş kahramanı Winston Smith, kumdan başını kaldırmaya cesaret eder ve kendi sonunun başlangıcını hazırlar. Böylece bu parti devletinin nasıl işlediğine de biz okuyucular yakından şahit oluruz.
Böylesi bir konu epey uzun bir incelemeyi hak ediyor, fakat siz okuyucuları boğmamak ve haddimi daha fazla aşmamak adına konuyu 3 başlık altında değerlendirmek isterim:
Okyanusya’da insanların mesleği dışında bir hayat edinmelerine herhangi bir imkânları yoktur. Buna çıkan yollardan mahrum bırakılmışlardır, hatta bu yolların varlığı bile insanlarca bilinmiyordur: Parti’yle Büyük Birader’e sadakat ve hizmet, Parti düşmanlarının tespit, ifşa ve yok edilmesi hayatın ta kendisidir. İnsanlar; evlerinde, iş yerlerinde ve kamusal alanlarda helikopterlerin ve tele-ekranların gözetimi altındadır, böylece denetim altında tutulurlar ve rejime karşı herhangi bir “suç” işlemediklerinden emin olunur.
“Herkesin ortasında ya da tele-ekranın görüş alanı içindeyken düşüncelerinizi başıboş bırakmak çok tehlikeliydi. En ufak bir şey sizi ele verebilirdi. Sürekli gözünüzün seğirmesi, farkında olmadan yüzünüzün kaygılı bir anlatıma bürünmesi, kendi kendinize söylenip durmanız, olağandışılık belirtisi gösteren ya da bir şeyler gizlediğiniz izlemimi uyandıran herhangi bir şey.”
Edward Snowden’ın 2013’te sızdırdığı belgelerde Amerikan Güvenlik Ajansı’nın vatandaşlarının mahremiyet haklarını ihlal ettiğini teşhir etmesi büyük bir sansasyon yaratmıştı. 2015 yapımı Snowden filmindeyse durum biraz daha somutlaştırılıyordu: Telefon, bilgisayar, tablet kameralarından insanlar izleniyordu. Kamera önünde yaptığımız herhangi bir utanç verici, sakıncalı şey; bu kameralara erişen birileri tarafından depolanabilir ve gelecekte kullanılabilir. Black Mirror’ın Shut Up and Dance isimli bölümüyle (3. Sezon 3. Bölüm) bu durumdan daha iyi bir şekilde haberdar oluyoruz. Sözün özü: Kameralarımızın ardında bizi “stalk”layan “Büyük Birader”(ler) mevcut. Orwell bu öngörüde pek yanılmamış.
Parti’ye olan aşklarıyla yanıp tutuşan, kudurmuş toplulukların bağlılık ve inançlarından gözü dönmüş; bu uğurda dünü hatırlamayacak veya inkar edecek kadar da aptallaşmışlardır.
“Söylenenlere bakılırsa, çikolata tayınını haftada yirmi grama çıkardığı için Büyük Birader’e minnet gösterileri dahi yapılmıştı. Winston, elinde olmadan, daha dün çikolata tayının haftada yirmi grama düşürüleceği açıklanmamış mıydı diye geçirdi aklından. Nasıl oluyordu da, üzerinden daha yirmi dört saat geçmeden kabullenebiliyorlardı bunu? Evet, kabulleniyorlardı işte. Parsons hayvanca bir aptallıkla kolayca kabulleniyordu. Yan masadaki, gözleri görmeyen yaratık, bağnazlıkla, körü körüne kabulleniyordu. Çikolata tayını daha geçen hafta otuz gram olduğunu ileri sürecek herkesi ortaya çıkarıp ihbar edecek ve buharlaştıracak kadar gözü dönmüştü. Peki belleğini yitirmeyen bir tek kendisi mi kalmıştı?”
Otoriteye aşık olan, hakikatlerden bihaber ve onları algılayamayacak kadar gözlerine perde inmiş, adeta hipnotize edilmiş insanlar… Partizanlar, fanatikler, “çomar”lar… 1984’ün tasarısı, bugünün realitesi.
1984 Okyanusya’sında Parti, İngiliz dilini değiştirmek üzere belirli çalışmalar yapar. “Yenisöylem” adında bir lûgat hazırlarlar, zaman geçtikçe bunu güncellerler. Lûgatın oluşturulma nedenleri oldukça politiktir: Halkın kelime haznesini kısırlaştırmak, kelimelerin yan ve mecaz anlamlarını yok ederek tek-tip düşünmelerini sağlamak. Bildiğimiz kelimelerce düşünüp, aydınlanırız; iyi bir düşünür olmak, iyi bir kelime haznesini gerektirir. Orwell’ın kurduğu evren de tam da bu konuda bizi ikaz etmekte: Fakir bir dilin dayatılarak insanların “farklı” düşünmesine mâni olunması ve onların otoriteye mutlak bağlılığının güvence altına alınması.
“Yenisöylem’in tüm amacının , düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşüncesuçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek.”
“Düşünce ortamı tümden farklı olacak. Aslına bakarsan, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. Bağlılık, düşünememek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık, bilinçsizliktir.”
Latin Amerika’dan Orta Doğu’ya, Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Uzak Doğu’ya kadar dünyanın birçok bütüncül sistemlerinde politikacıların, gazeteci kılıklı dalkavukların, medya patronlarının ve daha nice demagogların söylemleri de benzer nitelikte: Sürekli tekrara dayalı, belirli kelimeler etrafında dönen cümleler. 1984’te resmi devlet politikası olarak anlatılan tutum, günümüzde “gayri resmi” fakat istikrarlı bir şekilde gücü elinde bulunduranlar tarafından infaz edilmekte.
Orwell’ın çarpıcı ve cüretkar kalemi nesilleri etkisi altına almaya devam ediyor. Ünlü 1984’ü distopik bir öngörü olarak değerlendirilegeldi, fakat günümüze kadar toplumların ve iktidarların nasıl evrildiğini gözlemleyecek olursak Orwell’ın bize çok uzak bir hikaye anlattığını pek de iddia edemeyiz gibi.