Hayatın mana sorunu ve hep bir şeylerin eksikliği çekmesi yüzünden çareyi zaman zaman kitaplarda aradım. Çevreme küstüğüm zaman odamda, kütüphanemde beklerlerdi beni. Sayfaları açıp karıştırdıkça, satır satır okudukça içimi döküyormuşum, rahatlıyormuşum gibi hissederdim. Hayatta noksan olan birçok şey zamanında kitaplara sığdırılmış zira. Cemil Meriç’in de dediği gibi: “İnsanlar kötüydü, ben de kitaplara sarıldım.”
Bu ay, serinin son yazısında, hayatımı etkileyen ve yön veren kitaplardan bahsetmek istiyorum. Sevdiğim kitapları sizin de tanımanızı sağlamak benim için bir mutluluk kaynağı.
Büyük Umutlar (The Great Expectations) – Charles Dickens
Hayatta neredeyse hiçbir şeyin beklediğim gibi olmayacağının, büyük hayallere ve umutlara kapılmamam gerektiğinin uyarısını lise ikinci sınıfımda okuduğum bu romanda almıştım; yine de bir musibet, bir kitaptan evlâ. Yanlış zamanda, yanlış yere düşmüş belki de milyonlarca çocuktan yalnızca birinin hikayesi Büyük Umutlar, bizden birinin yani. Pip’in umutları tek tek yıkıldıkça, hayat duvarına tosladıkça geleceğin fragmanını görür gibiydim; birçok zorlukta da roman aklıma geldi tabi. En sevdiğim roman desem abartmış olmam.
Özünde bir bilim adamı olan ama kahir ekseriyetin romancı kimliğiyle tanıdığı Charles Dickens; eserlerinde birçok büyük edebiyatçı gibi yaşadığı çağın ve ülkenin ahlaksızlığına, çürümüşlüğüne, yobazlığına ve yanlışlıklarına yer vermiş, sorunları işlemekten geri durmamıştır. İngiliz burjuvazisinin gücünün ve ideolojisinin Büyük Britanya’yı esir aldığı bir dönemde iki yüzlü ahlak ve yitirilmiş güzellik anlayışını taşlamıştır.
Viktorya Çağı (Victorian Age) İngiltere’nin toplumsal ve iktisadi hayatının sallantılı, eşitliksizlerin hat safhada ve ahlaki olarak çöküntüde olduğu bir çağdır. Burjuvaziyle emekçi sınıf arasındaki mesafeler uçurum raddesine varmakta; halk sefalet, işsizlik… Gösterişin, sahteliğin, acımasızlığın hat safhada olduğu bir çağı en iyi nakleden romanlardan biri Büyük Umutlar.
İngiltere’nin taşrasında bir köyde ablası ve eniştesi Joe ile yaşayan Pip, eniştesinin demirci dükkanının çırağıdır. Evinin oradaki bataklıkta Provis adlı bir mahkûma rastlar. Hapisten kaçmıştır ve karnı çok açtır. Ablasının ambarından yemek aşırır ve ona yardım eder. Bunu daha sonradan öğrenen agresif ablasının tepkisi hoş olmayacaktır.
Ablasının şiddeti, Joe’nun şefkati ve arkadaşı Biddie’nin samimiyetiyle büyümekte olan Pip arada aile dostları Miss Havisham’ın köşküne oynamaya gider. Havisham’ın kalp kırmak üzere yetiştirdiği yeğeni Estella’yla tanışır ve ilk görüşte âşık olur. Estella onu her fırsatta incitir, fakat Pip onu sevmekten ise hiç usanmaz.
Pip büyür, demirci eniştesinin demir dükkanında çıraklığa devam eder. Şehirden gelen bir avukat, Londra’dan ismini açıklamayan bir zenginin mirasını Pip’e bıraktığını açıklar. Ve asıl macera da burada başlar.
Fazlasıyla didaktik, fazlasıyla sürükleyici. Harika bir eseri kısacası.
“Pip’çiğim, iki gözüm, hayat dediğin nedir ki! Birçok ayrılışların birbirine kaynaklanmasından örülmüş bir zincirdir!”
Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) – Francis Scott Fitzgerald
Tobey Maguire ve Leonardo Di Caprio’nun baş rollerde olduğu 2013 yapımı Baz Luhrmann’ın filmiyle tanıdım ilk Gatsby’yi. “Di Caprio’nun yeni filmi nasılmış bakalım” kafasıyla yerimi almıştım sinemada kız kardeşimle. Film fazla görkemliydi, daha sonra araştırdığımdaysa kendinden önce 2 tane daha film versiyonu olduğunu ve Amerikan edebiyatının ünlü bir romanından uyarlama olduğunu öğrendim. Yurtdışında İngilizce orijinal edisyonunu edinme imkânım oldu, okuduğumdaysa bir daha büyülendim. Sade fakat yetkin bir anlatıma sahipti ve temalar net bir şekilde veriliyordu: İnsan tabiatının ikiyüzlülüğü, çıkarcılığı, açgözlülüğü ve bütün bunların arasında başarılı fakat gizemli bir iş adamının aşka teslimiyeti.
Her ülkenin veya milletin tarihlerinde belirli çarpıcı dönemleri vardır: Fransızlar için 18.yy. sonu-19.yy. başı, İngilizler için 19.yy. ortaları biz Türkler için 20. yy. başları vs. Amerikan toplumu için ön plana çıkan dönemlerden biri de 1920’li yıllar. Kendi tabirleriyle “Roaring Twenties”, yani “Kükreyen 20’li Yıllar”. 100 yıl kadar önce, günümüzdeki liberalliğinden çok uzakta olan ABD, tutuculuğa varan muhafazakâr hükümetler ve hayat anlayışlarına ev sahipliği yapıyordu. Öyle ki birçok sahanın aksine kendilerini tutamadıkları bir yer vardı: Tüketim çılgınlığı. Avrupa’yı etkisi altına alan zevk çağı ABD’ye de sıçramış, insanlar pervasızca kafa dağıtma ve eğlenme fırsatlarını kovalıyorlardı. Dönemin sıkı içki yasağına rağmen gece geç vakitlere süren partilerde insanlar içiyor, körkütük sarhoş olup çılgınlar gibi eğleniyordu. Bu hedonistik eğilim, Amerikan toplumunda tüketim bilinçsizliği ve aşırılığını doğurdu. Bunun bedelini ise Büyük Buhran’la (1929) ödediler. Muhteşem Gatsby de bu çağın Amerikan yaşam tarzına ışık tutuyor.
Kitabın baş kahramanı Nick Carraway, taşradan New York’ta Long Island’a taşınmış, gelecek vaat eden bir finansçıdır. Sevdiği bir dostu ve akrabası olan Daisy Buchanan’ın yakınında oturuyordur hem işine hazırlanıyor hem de ara sıra Daisy’yi ve eniştesi Tom’u ziyaret eder. Bu rutini sürüp giderken, ilgisini bir şey çeker: Daha önce tanışmadığı komşusunun evinde her gece partiler, şölenler düzenlenmektedir. Sıkılgan bir yapıya sahip olan Nick, en başta pek katılmaya yanaşmaz; fakat komşusu onu bir gün partilerinden birine davet eder. Davette tanıştığı ev sahibinin, Jay Gatsby adında bir iş adamı olduğunu öğrenir.
Bu partiden sonra Gatsby, Nick’e daha fazla zaman ayırmaya başlar. Günlerini Gatsby ile geçiren Nick onu tanımaya çalışır, fakat gizemini çözemez. Gatsby’nin kilidi, eski bir aşkıyla yollarının kesişmesi sonucu açılacaktır.
Jazz çağının en büyük ediplerinden Scott Fitzgerald’ın en büyük eseri Muhteşem Gatsby… Büyük Umutlar’dan sonra en sevdiğim eser, okuyan birine rastlayıp üzerine konuşmayı çok istediğim…
“Bir insana dostluğumuzu o yaşarken göstermeyi öğrenmeliyiz, öldükten sonra değil.”
Acımak – Reşat Nuri Güntekin
Hiçbir olaya tek taraflı bakmamak, farklı bakış açılarına da alan bırakmak, manipüle edilmeye mahal vermemek ve ön yargılara teslim olmamak… Lisemin ilk yılında okuduğum bu romandan aldığım en önemli ders bu oldu.
Edebiyatımızda beni etkilemiş birçok roman var: Yaban, Kuyucaklı Yusuf, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Mai ve Siyah… Romancılık bize çok geç gelmiş ve dünya sahnesinde elle tutulur bir romancılık geliştirememiş olsak da birçok romancımızın ve eserinin hakkını teslim etmekte fayda var. Reşat Nuri’nin Acımak’ı bunlardan biri.
Reşat Nuri’nin yaşam perspektifi ve sorunları ele alış biçimi beni her daim etkilemiştir. Dilinin sadeliği, niteliği ve anlatım tarzındaki realizm hep çarpıcı gelmiştir bana. Hiç de berrak olmayan gerçeklikleri, kendi yorumunu katarak ama akışı ve aslını da bozmadan okuyucuya anlatmayı çok iyi becermiştir. Zamanında eski dershanemde çalışan bir görevli abi, memleketi iyi tanıyabilmem için Kemal Sunal filmlerini izlememi tavsiye etmişti. Memleket insanından ve yaşamından bin bir türlü portrelerle manzaralarla dolu Kemal Sunal yapımları. Belki de benzeri Reşat Nuri için de söylenebilir: Bize bu coğrafyanın gerçekliklerini, kendini sansürlemeye ya da frenlemeye hiç yanaşmadan aktaran bir kalem… Acımak’ta da bize yine memleketten portreler sunmakta, olanca çıplaklıklarıyla.
Kitabın zahiri baş kahramanı Zehra Öğretmen, bekar yaşayan ve çevresinden itibar gören idealist bir öğretmendir. Bu başarılı muallimin, çevresi tarafından tutulmayan bir özelliği vardır: Öğrencilerine karşı fazlasıyla merhametsizdir. Talebelerinin eğitimi için elinden geleni ardına koymayan bu azim abidesi, öğrencilerinin nizama uymayan davranışları karşısında gaddardır, nedeni ne olursa olsun. Bir gün okul müdürüne bir telgraf gelir, Zehra’nın uzun süredir hasta olan babası Mürşit Efendi vefat etmiştir. Babasına karşı müthiş bir kini vardır: yaşadığı aile içi trajedilerinin baş müsebbibi olarak babasını görür ve onu kendi içinde affetmemiştir. Yine de vicdanı ağır basar, babasının cenazesine gider. Mesafeler gereği merasime geç kalmıştır, yine de na’şını görmek ister. Kapalı bir odaya girer. Tabutunun yanında bir de sandık durur, içinden el yazması defterler çıkar. Babasının hatıratıdır bunlar, okumaya koyulur. Yaşadıklarına çok farklı, hakiki bir bakış açısıdır o dizeler. Okur, okur, okudukça aydınlanır.
İnsanların yalancılığını, örgütlenmiş kötülüğün ve kışkırtmanın nelere mâl olabileceğini gösteren roman, insanın “Acımak” duygusunu, ne olursa olsun yitirmemesi gerektiğini öğütler. Nezdimde, diğer eserlerine saygısızlık etmekten kaçınarak, Reşat Nuri’nin en önemli yapıtı.
“Acımak… Ben insan ruhlarındaki derinliğin ancak onunla ölçülebileceğine kaniyim. Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir…”
Futbol Asla Sadece Futbol Değildir (Football Against The Enemy) – Simon Kuper
Henüz ortaokul yıllarımda rastlayıp okumuştum Football Against the Enemy’yi. “22 adamın bir topun peşinden koştuğu oyun” gibi sığ bir tabuya baş kaldıran kitap; içerdiği denemeler, tanıtıcı yazılar, dosyalar sayesinde futbolun hayatta fazlasıyla karşılılık bulduğunu açıklıyor; yani asla sadece futbol olmadığını.
Futbol yazınında üzerine kimseyi tanımadığım iki yazar vardır: Jonathan Wilson ve Simon Kuper. İthaki Yayınlarının futbol kitapları serisi sağ olsun, Jonathan Wilson ülkedeki yeni nesil futbol okurlarına kendini okutmayı başardı. İngiliz spor basınındaki varlığına değinmiyorum bile. Amma ve lakin, Wilson’dan önce bir Simon Kuper gerçeği var.
Kuper’ı asıl tanımam, futbol ekonomisti Stefan Szymanski ile yazdığı Soccernomics (Futbolun Şifreleri) kitabıyla olmuştu. Okuduğum esaslı ilk futbol kitabı olmasıyla futbol yazınında Kuper gerçeğiyle karşılaşmış oldum. Hem cevaba yönelen eleştirel sorularla hem de faydalanılan demeçler, veriler ve arşivlerle her futbol okuruna hitap edecek bir kitap ortaya çıkarmış ikili. Fakat bu kitap, Kuper’ın “B-Side” ı. Asıl başarı kitabı olarak Futbol Asla Sadece Futbol Değildir’i görüyorum (Football Against The Enemy) görüyorum.
Futbola, (belki de baba mesleğinden geçen bir perspektifle) sosyal antropolojik bir bakış açısından yaklaşan Simon Kuper, bu kitabında da futbolun hayatla ve birçok dalıyla nasıl ortak paylaşım içerisinde bulunduğunu gösteriyor. 9 ay boyunca 22 ülkeyi dolaşan ve birçok futbolcu, teknik direktör ve futbol insanıyla görüşen Kuper, bu röportajlarını ve deneme yazılarını bir kitap haline getiriyor ve 1994’te yayımlıyor. O zamana kadar futbol yazınında bu çapta büyük bir iş gerçekleştirilmediğinden Kuper’ın bu kitabı kimi otoritelerce “yüzyılın en iyi kitabı” olarak değerlendirildi.
Her futbolseverin okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.