Bu ay Zümrüdüanka Dergisi’nin röportaj köşesinde başarılı öykü yazarı Banu Özyürek var. Ekibimizin nezdinde “Bir Günü Bitirme Sanatı” ve “Poz” adlı kitapları, öykü türü içerisinde dili etkili ve yalın bir şekilde kullandığı için oldukça kıymetli. Evet çekinmeden başarılı diyoruz; kendisi aynı zamanda geçtiğimiz günlerde Poz adlı kitabıyla 2019 yılında 74’üncüsü düzenlenen Yunus Nadi Ödülleri’nde öykü dalında ödüle layık görüldü. Özyürek’e yazınsal dünyada kendini geliştirmeye çalışan biz gençlerin röportaj talebini kabul ettiği için teşekkür ediyoruz.
Banu Hanım, öykülerinizde derin bir anlatı çabanızın olması yanında, edebi bir kaygı güttüğünüzü de görüyoruz. Her insanın yazarken bir amacı var mıdır? Siz neden yazıyorsunuz?
Epey uzun zamandır yazıyorum ve yazma amacım da yazıya bakışım da bu zaman içinde pek çok defa değişti. Bugün için öne çıkan, yazının bana düşünecek bir alan açması diyebilirim. Ben en çok, en iyi ve en verimli şekilde yazarken düşündüğüme inanıyorum ve kafama takılan meselelerle ilgili yazarak düşünmekten kendi adıma bir fayda sağlıyorum. Bir fikir içinde yol alabilmek, onu farklı açılardan, kendime de karşı çıkarak tartışabilmek, bir anlama varabilmek benim için en çok yazıyla mümkün oluyor. Buna bir şey var edip ortaya koymanın keyfini de katalım. Bir müdahalede bulanabiliyor olmak, ses çıkarabilmek duygusunu da.
Edebi kaygı ise yazarlıktan çok okurluktan geliyor aslında. Edebiyat zevkiniz, anlayışınız, sınırlarınız ya da yeni yollara iştahınız hep okurlukla şekilleniyor. Aslında yazarken değil okurken inşa ediyorsunuz yazarlığınızı. Ben de kendi edebiyat anlayışıma, hazzıma uyacak bir yolda ilerlemeye çalışıyorum.
İki kitabınızın türü de öykü. Bu durumun sizin için özel bir sebebi var mı? Yoksa ileride farklı edebi alanlarda isminizi görecek miyiz?
Yazdığım şeyin kendisi, onunla aldığımız yol, belli eğilimlerim, arzularım ve tabiatım, o dönemde edebiyatla ilişkim beni bir türe daha yakın kılabilir ve görünen o ki şimdiye dek bu öykü olmuş. Neden öykü yazıyorum diye düşünmedim açıkçası, neden yazıyorum diye düşündüm hep, o yüzden sorunuzu kolayca yanıtlayamıyorum. Ama sanırım benim için en cazip yanı; seçili, daha dar bir alanda çalışıp derinleşme imkânı sunması. Bununla öykünün sadece bir âna odaklandığını kastetmiyorum. Zaman olarak yılları kapsayan öyküler ya da tek bir günü anlatan hacimli romanlar var. Kastettiğim odağın daha dar bir alana çevrilmesi. Öykü, benim gibi, o dar alanı da olabildiğince küçük parçalara ayırarak düşünmek isteyen yazarlar için çok güzel bir tür.
Bir başka cazip yanı da yazarına bırakma, uzaklaşma, sonra başka bir vakit geri dönme olanağı tanıması. Ben çok uzun bir zamana yayılmış şekilde, geri dönüp metinle sık sık oynayarak yazarım. Bazen aylar, bazen yıllar sürer bu. Dosyaların arasında, bazı öykülerin 15-20 versiyonu, bir gün bitirilebilmek üzere bekler. Çöpe de atmıyorum, çünkü orada yazmak istediğim, beni rahatsız eden, düşündüren bir şey var. Herhalde romanda bu bahsettiğimi yapmak çok daha zor olurdu. Yani bir romana başlayıp bırakmak, üç yıl sonra ona geri dönmek ve tekrar onun içinde yol almak…
Sorunuzun ikinci bölümüne gelirsem; henüz yazmadığım bir şeyle ilgili konuşmam çok gerçekçi olmayabilir, burada anlatırım ve o anlattığımla ilgili hiçbir şey yapamayabilirim de ama kafamda evirip çevirdiğim bir fikir var ve yazabilirsem bir roman olacak gibi duruyor diyeyim.
Dijital iletişim vesilesiyle kitlelere ulaşmak artık her birey için oldukça kolay. Edebiyat dünyası sizce sosyal medyayı doğru şekilde kullanıyor mu? Bir yazar olarak siz bu mekanizma içerisinde kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?
İlk kitabım yayınlanana kadar sosyal medyadaki çevrem kendi arkadaşlarım ile sınırlıydı. Kitapla birlikte bir arkadaşım, duyurmana yardımcı olur diyerek bana bir twitter hesabı açtı ve sosyal medya ile gerçek anlamda tanışmam böyle oldu. Arkadaşım haklı da çıktı, Bir Günü Bitirme Sanatı insanlara ulaştıysa bunda sosyal medyanın payı var bence. Çünkü kitap butik bir yayınevinden çıkmıştı (Raskol’un Baltası) ve okurun butik yayınevlerinden çıkan kitaplardan haberdar olmasının çok kolay olmadığını biliyoruz. Yani edebiyat camiasından çevreniz de yoksa, sosyal medya gerçekten bir imkân sizin için.
Tabii bu imkânın insanı zora sokan tarafları da var; ben hâlâ yazar olarak orada var olmakla ilgili, örneğin kitabım hakkında çıkan bir yazıyı ya da bir etkinliği paylaşırken sıkıntı duyuyorum. Çünkü o alandaki insanlarla bir şekilde bir tanışıklık ve arkadaşlık var ediyorsunuz, şakalaşıyorsunuz, birlikte bir şeylere gülüyor ya da isyan ediyorsunuz, sonra kalkıp kendinizle, kitabınızla ilgili bir şeyi sürekli duyurmak saçma, gülünç bir şey yapıyorsunuz hissi veriyor. Pek çok yazar arkadaşımın benzer tereddüt ve sıkıntıyı yaşadığını biliyorum. Yani bana sorduğunuz bu soruyu sürekli düşünüyorum aslında. Her hâlükârda etkilendiğim bir mecra olduğunu söyleyebilirim. Başka düşüncelerle karşılaşmak, bu karşılaşmalardan pek çok şey öğrenmek gibi güzel tarafları da var tabii. İnsanlarla doğrudan iletişim kurmanın bütün hoş ve nahoş taraflarını barındırıyor kısaca.
Öykü türünde yazılan eserlerin gün geçtikçe çoğaldığını gözlemliyoruz. Sizce bu durum alternatif edebiyat yapılabilmesi adına genç yazarların bir eğilimi mi yoksa okuyucunun bir beklentisi mi?
Öykü, daha kolay yayın mecrası bulabilen bir tür. Okuma anlamında da okurdan daha az zaman talep ediyor; sınırlı zamanlarda bir öykü kitabını değil belki ama birkaç öyküyü okuyup bırakabilirsiniz. Romanda beş sayfa, on sayfa okuyup bırakırsanız bir yerden sonra ilerleyemez, kitabın sonuna gelemezsiniz muhtemelen. Bugünün dağınık, koşturmalı dünyası için yazar açısından da okur açısından da çekici tarafları var öykünün. Ayrıca yazarlar öyküyü denemelere, arayışlara daha açık, daha esnek bir tür olarak görebilir. Tek bir şeye bağlayamıyorum; bütün bunların öyküye gösterilen ilginin artmasında payı vardır.
Sizce bir yazar gözlem yeteneği sayesinde mi psikoloji temelli anlatıları edebiyatla buluşturuyor? Bireye ait bunca analitik çözümlemenin altında yatan sizce nedir?
Bunun temelinde insanın daima bir anlam arayışında olmasını görüyorum. Sadece edebiyatta değil, aslında yaptığımız pek çok şeyde, gündelik hayatımızın pek çok adımında da bu temel arzuyu görebiliriz. İnsan kendine ve başkalarına dair bilgi sahibi olarak yaşam içindeki konumunu anlamaya ve kendisine bir güzergâh tayin etmeye çalışıyor.
Gözlem yeteneği de var tabii, ama edebiyat insanın gözünü bir kez daha açması en başta. Haliyle ilk olarak görme arzusu, niyeti, cesareti var diyebilirim. İkinci kitabım Poz benim için daha çok böyle bir yerde duruyor örneğin.
Okuyucularınızdan genel olarak ne tarzda geri dönüşler alıyorsunuz? Yapıcı eleştiriler ile de karşılaşıyor musunuz? Geri dönüşleri önemsiyor musunuz?
İyi olsun kötü olsun bana ulaşan, denk geldiğim her yorum üzerine düşünüyorum. Ben bir ses çıkarmışım ve o ses de başka bir ses doğurmuş. Bu ilgimi, merakımı çeker. Güzel şeyler duymaktan elbette mutlu olurum. Olumsuz yorumlarda ise başta tepkisel bir inkâr, öfke, kırgınlık olabilir. Duruma göre değişir; bazen edebiyat anlayışımızın uymadığını, bazen yaptığım şeyin anlaşılmadığını, bazen de eleştiri sahibinin haklı olduğunu düşünürüm.
Etkilenmediğimi söyleyemem. Benim için başkalarından, bakışlardan, sözlerden etkilenmek son derece doğal, benliğin, onun inşasının bir parçası. Ama yapmaya çalıştığım şey, yazdıklarımı okurun beklentisi ile sınırlandırmamak ya da ona göre şekillendirmemek. Çünkü bu, edebiyata kendi yaşamımda verdiğim değeri yitirmeme neden olur. Ben yol almak istiyorum. Ne olduğunu bilmediğim o şeye doğru yürümek. Bazen toplu iğne başı kadar bile olsa bir keşifte bulunmak. Kendime yeni düşünce alanları açmak. Okurun gönlünü hoş etmeye uğraşırsam bu söylediklerim için ne zamanım ne de kuvvetim kalır. Bir de yazarın gayesi kimseyi hoşnut etmek değil. Yazan, yani benim gözümde düşünen kişi, önce kendisiyle, sonra da diğer herkesle çatışmaya girer, girebilir. Çünkü yazdıkları ile dünyaya bir şey söyler. Ve dünya sizi sürekli onaylayacak bir yer değil, siz de dünyayı öylece onaylayıp gidemezsiniz.
Ege Üniversitesi’nde lisans hayatınızı tamamladınız. Peki, İzmir’in sizdeki yeri nedir? İstanbul ile nasıl bir kıyaslamasını yapardınız?
İzmir, hayatımı sürdürme anlamında daha özgür olduğum, iş yaşamının zorlukları ve zorunlulukları ile tanışmadığım bir dönemi temsil ettiği için bana hep çok ferah, serbest ve aydınlık görünen, öyle hissettiren bir şehir. İstanbul’da ise hep bir koşturmanın, mecburiyetlerin, karmaşanın içinde olduğumu, çoğu şeye yetişemediğimi, yorulduğumu ve eve kaçmanın en güzel çözüm olduğunu hissettim.
Öykülerinizi yazarken kendinize herhangi bir otosansür uyguluyor musunuz? Yazılarınızda bir planlama veya sınırlar mevcut mu?
Yazar bunu farkında olmasa bile yapabilir. Başkalarından kurtulmak çok kolay ya da mümkün bir şey değil. Evde masamızın başındayız diye o güne, o saate kadar bütün öğrendiklerimizden, içimize işlemiş korkulardan, kodlardan, endişelerden ya da kültürün ayartıcı vaatlerinden azade olmuyoruz. O yüzden, belki şöyle diyebilirim; farkına varıyorsam, içimden geliyorsa ve gücüm yetiyorsa, bana konulan ya da koyduğum sınırları kaldırmaya uğraşıyorum. Ama bazen sınırları kaldırmaya çalışırken de size sunulmuş başka bir kalıbın içinden konuşmaya başlıyorsunuz. Bundan da hoşlanmıyorum. Devamlı tetikte olmak ve her adımı sorgulamak gerekiyor.
Planlı ilerlemiyorum. Sadece yazdıktan sonra gerçekten ne yazmak istediğimi, bunu yazıp yazamadığımı, yazmak istediğim şeye ne kadar yaklaştığımı çok tartıyorum. Yazdıklarımın sınırını ise kendi sınırlarım ya da onlarla savaşım belirliyor.
Hayatınız boyunca yazınsal anlamda sizi en çok hangi isimler etkiledi? Etkileri ne yönde oldu?
Çok fazla isim var tabii. Ve farklı dönemlerimde farklı şekillerde etkilenmişimdir. Bazen farkında olarak bazen olmayarak. Hep andığım bir isim var; Füruzan. Onun yazdıklarıyla ilk karşılaştığım zaman, kurduğu dünya, o dünyanın duygusu bana çok yakın, çok etkileyici gelmişti. Her şeyini kaybeden ama ellerinde ne kaldıysa ona tutunup devam eden kişileri, sanki dünyanın kabuğunda yaşıyormuş gibi insanlarla aralarında çok büyük mesafeler olan ve birbirine kenetlenmiş anne kızları… Yahut Vüs’at O. Bener’in dünyaya, ötekine şüpheli, kötücül gözlerle bakan ama bu bakıştan da sıkıntı duyan, hatta daha bakarken kendini sorgulayan karakterleri, Oğuz Atay’ın insanı ele alırken, onun saçmasını, çelişkilerini ortaya koyan açıklığı, bunlar hep okurken beni etkileyen şeyler ama yazdıklarıma ne ölçüde yansıdığını bilemiyorum. Çünkü aslında sadece severek okuduklarımız değil, edebiyatlarını sevmediğimiz yazarlar da yani aslında temas ettiğimiz her yazar, edebiyat anlayışımıza etki ediyor. Bir havuzda yüzmeye benzetiyorum, sonuçta o su size değiyor, her bir zerresi, her bir zerrenize. Dünya edebiyatından da yazdıklarını ve yazma biçimlerini sevdiğim, düşündüğüm isimler arasında Kafka, Yourcenar, Mişima, Tanizaki, Kundera, Borges, daha yakın zamandan Adam Johnson, Lydia Davis, Monika Maron ve Ishiguro ilk elden sayabileceklerim.