İzafi Kopmalar
Eylül 3, 2019
Tabula Rasa
Eylül 3, 2019

Hayatımı Etkileyen Filmler

Bilgiye, fikre ya da mesaja ulaşabilmenin en kısa ve kâfi yollarından biridir filmler. 19. yüzyılda Lumière biraderlerin ilk denemeleriyle oluşan sinematografi ya da daha da kısaltırsak sinema, günümüze kadar eğlence sektörünün en büyük endüstrilerinden birine dönüştü. “İnsanı insana insanla insanca anlatma sanatı” olan tiyatronun daha gerçekçi ve atmosfer olarak daha iyi yansıtılması olduğunu düşündüğüm sanat dalı olan sinemayla birçok kişi gibi içli dışlı büyüdüm ve izlediğim birçok film bir şekilde hayatıma etkidi, hatta kimisi yön verdi. Sizlerle bazılarını paylaşmak niyetindeyim.

 

Forrest Gump (Robert Zemeckis – 1994)

Ne diyebilirim ki? Gerçek olamayacak kadar güzel, saf bir karakter. İnsanüstü bir profil, yaşadığı zihinsel sıkıntıya rağmen hasbelkader de olsa birçok sıra dışı iş başarmış ve bu yolda hem saf yüreği hem de Jenny’ye olan katıksız aşkı değişmemiş olağanüstü bir insan. Hayatınızda yer edinmesini isteyeceğiniz tarzda birisi Forrest Gump.

Filmi burada özetlemek abes olur, zira izleyerek anlaşılır. Düşük IQ’lu olup hayata epey geriden başlayan Forrest, buna rağmen ömrüne birçok olağanüstü hadise sığdırıyor: Watergate skandalına şahit olup başkan Nixon’ın istifasına zemin hazırlıyor, kolejde Amerikan futbol takımı yıldızı oluyor, Vietnam savaş gazisi olup J.F. Kennedy’den başarı madalyası alıyor (bu sırada canlı yayında başkanın önünde gülünç bir gaf yapıyor) milyon dolarlık bir karides işine girip köşeyi dönüyor, ordu pinpon takımıyla ün yapıyor, ülkeyi baştan sona koşarak defalarca kat eden ve kitleleri peşinden sürükleyen bir ikona dönüşüyor ve daha nicesi. Hayatıyla bir “üst karakter” e dönüşen Forrest, bunu yaparken kalbi kendisi kadar pak olmayan Jenny’ye olan aşkından, annesine olan bağından ve çocuğuna karşı olan babalık görevinden de caymıyor. Gereksiz uzattım, listedeki en izlenmesi gereken film bu fikrimce.

Soundtrack: https://www.youtube.com/watch?v=VWoUcB7y4hw

“Koş Forrest, Koş!”: https://www.youtube.com/watch?v=x2-MCPa_3rU

“Çok yoruldum, eve gitmeliyim”: https://www.youtube.com/watch?v=QgnJ8GpsBG8

“Zeki bir adam değilim ama aşkın ne olduğunu biliyorum :  https://www.youtube.com/watch?v=Usmb_UCiNGk

“Seni özlüyorum Jenny!”: https://www.youtube.com/watch?v=nFvASiMTDz0

 

Manchester By the Sea (Kenneth Lonergan – 2016)

2017 Oscarlarının hakkı en çok teslim edilmeyen, “underrated” filmi Manchester By the Sea (Yaşamın Kıyısında). Moonlight’ın işlediği popüler temalar Akademi’nin fazlasıyla hoşuna gidip filmi diğerlerinden öne koymasını sağlasa da aynı sene La La Land’le birlikte en iyi 2 film olduğunu düşündüğüm Manchester By The Sea’nin değeri, altın bir heykelciğin verilip verilmemesi mevzusundan çok daha ötesi. En iyi Erkek Oyuncu ve En iyi Orijinal Senaryo ödülleriyle geceden ayrılan yapım, filmseverlerin dimağında ve film tarihinde kalıcı bir yer edindi.

Bendeki tesiri ise ilk izlediğim zaman beni vurması ve o vakitten beri beni ölüm, aile, hatalar gibi konular üzerine sıklıkla düşündürtmesi. Sevdiklerimi sıklıkla kaybettiğim yakın geçmişimden beri Lee Chandler karakterini biraz daha anladığımı söyleyebilirim. Film müziğinin vuruculuğuna da değinmeden geçemem.

Film denize açılan bir feribotta balık tutan baba, oğul ve amcadan oluşan 3 kişilik bir sahneyle başlıyor. Oldukça neşeli gözüken üçlü, bulutlu ve soğuk bir günün keyfini çıkarıyorlardır.  Ne var ki, bu mutluluk filmin kalanında yer bulamıyor.

Baba Joe’nun ölümüyle başlayan film; en başta izleyene, babanın kanser sonucu ölümü sonrası amca ile yeğenin, kış şartlarından dolayı defnedilemeyen naaşı, toprağın yumuşamasını bekleme ve bu arada mirasın nasıl devredileceği ve henüz reşit olmayan, hamisiz kalmış evlat Patrick’in ne yapacağı gibi konular etrafında şekilleneceğini düşündürtürken olayın aslında bu kadar basit olmadığı anlaşılıyor: Joe’nun biraderi Lee’nin, yaptığı çok basit bir hatanın nasıl pahalıya mal olduğunu ve bunun hayatı kendisine nasıl zindan ettiğini öğreniyoruz. Aslında etrafta gerçekleşen bütün olayların ve diyalogların, Lee’nin yaşadığı travmanın ve acının yanında pek de bir öneminin olmadığını ve filmin esasen Lee karakterinin anlatısının ön planda olduğu bir trajedi olduğunu fark ediyoruz.

Bu film “netice” değil “hatice” filmi, yani filmin bir sonuca bağlanmasını ya da olayların birbirini takip ettiği bir sürükleyicilik istiyorsanız, bu o film değil. Ama ilk dakikadan itibaren seyirciyi içine alan atmosfer, müzik kullanımı ve başarılı oyunculuklar filmi tadına doyulmaz bir serüvene çıkarıyor. Bireylerin iç dünyasını baz alan, güçlü karakterlerin olduğu psikolojik ögeli filmleri seviyorsanız Manchester By The Sea tam size göre.

Soundtrack: https://www.youtube.com/watch?v=R-r98bITu_A

“Üstesinden gelemiyorum”: https://www.youtube.com/watch?v=kAcYyreYFyk

“Kalbim kırılmıştı”: https://www.youtube.com/watch?v=gfaow4Ydzno

“Emniyet sorgusu: https://www.youtube.com/watch?v=J30cS-dusjI

 

Ahlat Ağacı (Nuri Bilge Ceylan – 2018)

Her filmini ayrı sevmeme rağmen kendimi en çok özdeşleştirdiğim filmi oldu. Baba figürüne, çevreme bakışımı sorgulatan, memleketimle ve insanlarıyla yaşadığımı hissettiğim sosyal çatışmayı önüme seren Ahlat Ağacı, favori NBC filmim olmasa bile Sinan karakteri ve onun çevresiyle olan ilişkisi itibariyle kendime en yakın gördüğüm yapımı oldu. Kış Uykusu ile Palme D’or ‘u kazanan Ceylan, bu filminin Cannes’daki gösteriminden sonra dakikalarca ayakta alkışlanmasına rağmen ironik ve üzücü bir şekilde geceden ödülsüz ayrıldı.

Ülkemizde, biraz da Entel Feridun tiplemesi yüzünden, entelektüellerin ya da entelektüel olmaya çalışan tiplerin yönetmeni olarak görülen NBC’nin, iddia edildiği kadar da anlaşılmaz olduğunu düşünmüyorum. Birçok filmindeki yavaş akışa sabır gösterip, hikâyeyi ve mesajları anlamaya çalışırsanız NBC’nin nasıl bir sanatçı ve dahi olduğunu anlarsınız. Ülkenin ve coğrafyanın panoramasını şairane ve aynı zamanda gerçekçi bir şekilde beyazperdeye aktarabilmek kolay bir iş değil. Her yönetmen de Andrei Tarkovski ve Ingmar Bergman’a benzetilme şerefine nail olmuyor.

Ahlat Ağacı özelinde konuşmak gerekirse, Ceylan bu filminde geleneğinden ve yöresinden kopan Türk gencinin kökleriyle yüzleşmesini ele almış (şahsi ele alışım, elbette ki farklı değerlendirilebilir). Sinan, üniversiteden yeni mezun olmuş işsiz bir gençtir. Öğretmen olarak atanmak için KPSS’ye çalışmaktadır fakat bu çabası meyve vermez. Okulunu bitirdiği Çanakkale’den Çan’daki köyüne döner ve at yarışı bağımlılığı yüzünden ailesinden kopan babasıyla, kardeşiyle ve senelerdir olan bitene müşahit annesiyle yeniden yaşamaya başlar. Fakat evden uzak geçirdiği seneler ve okuduğu kitapların kendisine kattığı ufuk, yuvasına ve toprağına yabancı kalmasına yol açmıştır. Sinan değişmiştir, eskisi gibi değildir ve köyüne ayak uydurmakta zorlanır. Aynı zamanda amatör bir yazar olan ve yazmış olduğu kitabın basımıyla ve satışıyla uğraşan Sinan’ın film boyunca çırpınmasına şahit oluyoruz. Filmin kurgusu, Sinan’ın bu bocalama ve babasıyla olan garip, gelgitli ilişkisi etrafında dönüyor.

Normalde filmde müzik olayına pek sıcak bakmayan ve diyalogsuz sahne çekimleriyle bilinen NBC, bu filmde alışıldık çizgisinin dışına taşıyor: Tarantinovari uzun diyaloglarla filmi dolduran fakat Amerikalı meslektaşının aksine bu diyalogları goygoy seviyesinde bırakmayıp içini doldurmayı başaran Ceylan, edebi ve felsefi tartışmaların odağında hikayesini akılda kalıcı bir şekilde anlatıyor. Müzik seçimiyse oldukça başarılı.

Soundtrack (Passacaglia): https://www.youtube.com/watch?v=EV_QpLEQ2GY

Fragman: https://www.youtube.com/watch?v=GrDxqkMYBbU&t=42s

Hatice ile diyalog sahnesi: https://www.youtube.com/watch?v=FMWjTTtCnCc

 

Babam ve Oğlum (Çağan Irmak – 2005)

Pek de gelişememiş, kendi yağında kavrulan Türk sinemasının medar-ı iftiharı olan başyapıt. Çağan Irmak’ı pek severek takip etmesem de bu filmiyle sivrilmeyi çok güzel başarmış. Dönem filmlerine zaafı olan ben, tarihle bağlantılı göndermelerin olduğu hakiki drama dolu bu filmi sevmeyeyim de ne yapayım? Forrest Gump’la birlikte her izlediğimde mutlaka gözyaşı döktüğüm yegâne film.

80‘li yılların Türkiye’sinde, politikanın yıprattığı bir toplumdan kesitler sunuluyor bize. 12 Eylül darbesi öncesi solcu bir gazeteci olan Sadık, işinin meşguliyetinin yanı sıra doğurmaya yaklaşmış hamile eşiyle de ilgilenmektedir. Gece vakti doğum sancısı gelen ve Sadık’ın hastaneye yetiştirmeye çalıştığı Aysun, çok kötü bir zamana rast gelmiştir: O gece ulusal çapta bir darbe gerçekleştiriliyordur ve sokakta yardım edecek tek bir insan dahi bulamazlar. Sonuç ise ölü bir anne, sağ bir yeni doğmuş bebek ve ortada kalmış çaresiz bir baba.

Hapiste belirli bir süre yatan ve uzunca bir süre Deniz’i akrabalarının desteğiyle annesinin yokluğunu hissettirmeyerek büyütmeye çalışan Sadık, sonunda çareyi zamanında okumak için terk ettiği köyüne dönmekte bulur. Abisi ve annesi tarafından sıcaklıkla karşılanan Sadık’a aynı muamele babası tarafından gösterilmez. Hüseyin Ağa, zamanında oğlunun ziraat mühendisliği okuyup köyündeki tarlalarda uzman olarak çalışmasını isterken, Sadık gazetecilik okumak için evini terk etmiştir. Bu yüzden, oğlunu ve torununu kabul etmekten imtina eder. Fakat bu üçlü arasındaki buzu kıracak olan şey acıdır: Sadık, hapishanede gördüğü işkencelerin sonucunda verem olmuştur ve bu hastalıkla mücadele etmek zorundadır.

Dönemine ışık tutmasının yanı sıra; bir aile dramını, sevgi bağlarını, Ege’nin taşra insanını ve 3 kuşak baba-oğul ilişkilerini ustalıkla işlemesi bakımından Babam ve Oğlum, Türk sinemasının en önemli yapıtlarından.

Soundtrack: https://www.youtube.com/watch?v=Y9SnsxCFC10

“Benim yüzümden!”: https://www.youtube.com/watch?v=isTnneFfNtY

“Baba?”: https://www.youtube.com/watch?v=mlXPvZ6yVxs

“Ona bir oda ver baba”: https://www.youtube.com/watch?v=wC-Im8GO_jI

“İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü?”: https://www.youtube.com/watch?v=9LIjMRcjW_Y

 

Requiem for a Dream (Darren Aronofsky – 2000)

Karanlık temalı filmleriyle ünlü Darren Aronofsky’nin fazlasıyla karanlık, tüyler ürpertici, titreten filmi: Bir Rüya İçin Ağıt. Lise çağımda izleme gafletine düşmüştüm ve bana oldukça farklı fikirler verdi, hisler yaşattı. Film hakkında yaptığım en büyük çıkarım, aslında filmin esas temasını oluşturan sözcükle alakalıydı: Bağımlılık. Başta uyuşturucular olmak üzere bağımlılık yapacak birçok maddeden ve her türlü metadan uzak durmak gerekliliği. “Lux Aeterna” film müziği de bir o kadar tüyler ürpertici.

1978 yılında çıkan bir romandan uyarlanan ve Aronofsky’nin en çarpıcı yapımlarından biri olan Bir Rüya İçin Ağıt, karakterlerinin acı ve trajik hikayeleri üzerinden didaktik mesajlar veriyor. İnsanoğlu, herhangi bir şeye fazla bağımlı olduğunda ve bu uğurda kendi iradesini kaybettiğinde neler yaşayabileceğini sert bir şekilde ve olanca çıplaklığıyla gösteriyor.

Filmi “Yaz”, “Sonbahar” ve “Kış” olmak üzere 3 döneme ayıran ve 4 karakter üzerinden 2 farklı bağımlılık türünü anlatan Aronofsky, aslında her şeyin metalaştığı dünyamızda hayatımıza giren birçok şeyin aslında göründüğü kadar eğlenceli ve keyif verici olmadığını, bağımlılık halini aldığında insanın hayatını nasıl kararttığını sert bir dille anlatmış. Filmin ana karakteri Harry Goldfarb annesi Sara’yla beraber yaşayan, kendi halinde bir bireydir. Sevgilisi Marion ve yakın arkadaşı Tyrone’la vakit geçirerek hayatını sürdürür. Fakat hayatını karartacak bir alışkanlığı vardır: Uyuşturucu bağımlılığıdır. Bu topa Marion ve Tyrone’la beraber giren Harry’nin hayatının adım adım nasıl karardığına şahit oluyoruz. Ayrıca evinden dışarı neredeyse hiç çıkmayan ve televizyondaki yarışma programlarına bağımlı olan Sara, bu yarışmalarda boy gösterebilecek kadar zayıflamak için pek de güvenilir olmayan bir eczacıdan aldığı amfetamin haplarının yan etkisiyle gitgide akıl sağlığını nasıl kaybettiği de net bir şekilde gösteriliyor.

Depresif ve çarpıcı yapımları seviyorsanız, Bir Rüya İçin Ağıt tam sizin kumaşınız. Lütfen dikkat, film izlendikten sonra sizi uzun bir süre etkisi altına alıyor.

Soundtrack (Lux Aeterna): https://www.youtube.com/watch?v=yVIRcnlRKF8

İlk uyuşturucu çekme ve polis memuru sahnesi: https://www.youtube.com/watch?v=mkYNhZvlHv0

Mary’nin televizyonla imtihanı: https://www.youtube.com/watch?v=Fr5aZPIm7o4

Final Sahnesi: https://www.youtube.com/watch?v=PVG016rdACE



Paylaşmak Güzeldir:

Yunus Emre Kala
Yunus Emre Kala
Bilgi Üniversitesi Ekonomi bölümü öğrencisi olan Yunus Emre, bu disiplinde akademisyen olmayı hedefliyor. Futbol, sinema, müzik, tarih, basketbol, edebiyat, sosyoloji gibi çeşitli alanlara ilgi duyan yazarımız yazılarını da bu konular etrafında şekillendirmeyi planlıyor. Yazarımızın yaşam misyonunu şöyle açıklıyor: Birçok alanda kendini geliştirebilmek ve bunu yaparken de keyif almayı ihmal etmemek. Kendisinin en büyük idealiyse, fikirlerinin ve söylediklerinin insanlara tesir etmesi ve onlar tarafından yaşatılması.