“Bir süredir yazılıp çiziliyor, konuyla ilgili konuşuluyor. Bize de her gün soruyorlar; ‘Doğru mu, değil mi?’ ‘Değil’ desek de inanmıyorlar, ‘Yok öyle bir şey’ desek de inanmıyorlar. Demek ki hissediyorlar. Belki de haklılar. Evet, doğru, tarih içerikli bir yazı yazıyorum. Doğru. Çok mutluyum. Paylaşmak istedim sizlerle de.”
Uyarı: Okumak üzere olduğunuz yazı Papalığa ve Katolikliğe Giriş 101 niteliği taşımaktadır. Bu ayki yazımız çok fazla ayrıntıya inmemekle birlikte önümüzdeki birkaç ay boyunca enine boyuna tartışılacaktır.
Üç semavi dinenlerden birisi olan Hristiyanlık, 2,3 milyar mensubu ile bugün en fazla inanana sahip din statüsünde. Günümüzden yaklaşık iki milenyum önce ilk tohumları atılan bu öğreti günümüze kadar havariler, aziz ve azizeler, din görevlileri gibi çeşitli kanallar aracılığıyla korunmuş ve sonraki nesillere iletilmiştir. Bu süreç boyunca isminden en fazla bahsedilen ve Hristiyanlık ile bağdaştırılan en karakteristik yapı ise Kilise (özellikle Katolik Kilise) olarak gösterilebilir. İsa’nın çarmıha gerilmesinin akabinde havarilerinin uğraşlarıyla dünyanın dört bir yanına ulaştırılan ve yeni inananlar kazanan Hristiyanlık, özellikle Kilise’nin hal ve hareketlerinden ötürü çağlar boyunca gerek kendi içinde gerekse diğer kurumlar ve toplumlar ile çeşitli meseleler, çeşitli problemler yaşamıştır. Hatta düşününce Doğu’daki Müslümanlarla, Amerika’da kolonilerle, İskandinavlar ’da Danimarkalı İsveçli Paganlarla ve Avrupa’daki devletlerle; kısaca uçan kuşla bile arası bozukmuş bak bu Kilise’nin. Fakat her geminin bir kaptanı, her restoranın bir şefi olduğu gibi, Kilise’nin de elbette bir lideri ve kanaat önderi vardır: Papa… Bu yazımızın konusunu oluşturan Papa ve Katolik Kilisesi, var olmalarının üzerinden fazlasıyla asır geçmesine rağmen hala güçlü, hala yetkin ve en önemlisi hala meşrulardır.
Peki, nasıl oldu da Hristiyanlık ve Katolik Mezhep böyle güçlendi? Bu sorunun cevaplanabilmesi için Hristiyanlığın peygamberi Hazreti İsa ve onun takipçileri arasındaki ilişki gözden geçirilmelidir. Zira başta İsa’nın kişisel uğraşları ile tebliğ edilmeye çalışılan Hristiyanlık, bir süre sonra İsa’nın havarileri aracılığı ile daha da sonrasında havarilerin izinden giden takipçiler aracılığı ile varlığını sürdürmüştür. Bu noktada, bize ilk verileri mevzubahis dönemin en önemli fertlerinden İsa ve Aziz Petrus arasındaki bazı diyaloglar sağlıyor. Bu bazı diyaloglar günümüzde 1,2 milyar mensuba sahip Katolik Kilise’nin (ki Hristiyanlığın en büyük mezhebidir bu kol) nasıl ve niçin kurulduğu hakkında fikir vermektedir. Rivayete göre İsa’nın, Petrus (yahut Yunanca ’da “Simon”) ile konuşmasında “Sen Petrus’sun ve ben Kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler Diyarı’nın kapıları ona karşı direnemeyecek” (Mat. 16:18) şeklindeki ifadesi Petrus’un Kilise kurumunun koruyucusu olacağı hakkında büyük bir ipucudur. Zira “Petrus” kelime olarak “kaya” anlamına gelmektedir ve bu türden bir retorik ilk olarak Petrus’un sağlam yapısı münasebeti ile bu kutsal vazifenin üstesinden gelebilecek yegâne kişi olduğunu düşündürmektedir. İncil’den bir başka anekdotta İsa’nın “Son Akşam Yemeğinde” Petrus’a “Ama ben, imanını yitirmeyesin diye senin için dua ettim. Geri döndüğün zaman kardeşlerini güçlendir.” (Luka 22:32) demesi Petrus hakkındaki bu büyüklük iddialarını güçlendirmektedir. Bu sebeple İsa’nın emri üzerine Petrus ve bir başka önemli havari Pavlus aracılığı ile Roma Kilisesi’nin doğduğu düşünülmektedir. Petrus’un “kaya gibi sağlam ve sarsılmaz” itikadı ile yerine getirdiği vazife onun ardından takipçileri olarak kabul edilen papalar tarafından ifa edilmeye devam etmiştir. Sonuç olarak ilk asırdan itibaren her Roma Piskoposu, Petrus’un Halefi (vicar of Petrus) ve piskoposlar da havarilerin halefleri olarak ifade edilmişlerdir. Günümüze kadar gelen Papalar, “Roman Pontiff” (Roma Piskoposu), ” Vicar of Peter ” (Petrus’un Vekili), ” Vicar of Jesus Christ ” (İsa Mesih’in Vekili), ” Successor of the Chief of the Apostles ” (Havarilerin Başının Halefi), ” Supreme Pontiff of the Universal Church ” (Evrensel Kilisenin En Yüksek Rütbeli Piskoposu), ” Primate of Italy ” (İtalya Başpiskoposu), ” Archbishop and Metropolitan of the Roman Province ” (Roma Diyarının Başpiskoposu ve metropoliti), ” Sovereign of Vatican City State ” (Vatikan Site Devleti’nin Kralı), ” Servant of the Servants of God ” (Tanrı’nın hizmetkârlarının hizmetkarı) gibi çeşitli unvanlara sahip olmuş ve hala bu sıfatlar ile anılmaktadırlar. Öte yandan bu kullanımlar Kilise’nin lideri konumundaki Papa’nın makamını aslında İsa’ya ve Havariler’e bağlama uğraşının da sağlam bir göstergesidir.
Geç Antikçağ’da, yani “Papa” kavramının yeni yeni ortaya çıktığı zamanlarda Roma Piskoposunun yani Petrus’un vekilinin gücü ve hâkimiyeti konusunda eldeki veriler başta papaların güçlerini arttırmaya yönelik fazla bir girişimleri olmadığını göstermektedir. Bu periyotta onların temel gayeleri genelde kilisenin (burada sadece fiziksel bir yapı olmaktan ziyade farklı farklı Hristiyan kolların tümü temsil edilmektedir) bir arada ve bir bütün olarak kalmasını sağlamaktı. Yani farklı lokasyonlarda farklı küçük Kiliseler (burada fiziksel anlamı ima edilmektedir) vardı diyebiliriz. Eyaletlerdeki bu küçük birimler, işlerini daha bağımsız bir vaziyette hallediyorlardı. 313 senesinde “Milano Fermanı” ile kendisine serbestlik hakkı tanınan Hristiyanlığın bir süre sonra Roma’nın resmi dini olması ise bu Kiliselere inanılmaz bir güç ve servet getirmiştir. Öte yandan III. Yüzyıldan sonra özellikle kilise babalarının ve bazı din âlimlerinin Petrus ve Pavlus’un mezarlarının Roma şehrinde şehit edilmeleri nedeni ile “Roma Piskoposunu” ve “Roma Kilisesini” övmeleri, onlara üstün vasıflar yüklemeleri Roma’nın bu ifadelere binaen kendini “Principalis” (Ana Kilise) olarak ilan etmesi ile sonuçlanmıştır. Dönemin bilginlerinden Antakyalı Ignatius mektuplarında Roma Kilisesini vurgulayarak bir şekilde onunla “foremost in love” (muhabbet bağı) kurduğunu belirtmiş, Lyon Piskoposu Iranaeus ise Kiliseyi “heybetli kurum” olarak nitelendirmiştir. Kendisini “orthodoxy” (doğru yol) olarak gösteren Katolik inanca mensup Roma Kilisesi edindiği saygınlık ve güç ile birlikte siyasi ve dini içerikli çeşitli toplantılara katılmak, dini hükümler vermek ve yeri geldiğinde verilmiş hüküm ve kuralları gözden geçirmek; hatta gerekirse onu ortadan kaldırmak gibi imtiyazlara sahip hale gelmişti. Teolojik tartışmalarda taraf oluyor, dini ve ahlaki konularda diğer din âlimlerine danışmanlık yapıyor ve uzaktaki konsil ve toplantılara delege yolluyordu. Sonuç olarak Roma Kilisesi diğer Hristiyan kolları ile büyük bir entegrasyon sağlamıştı. Nispeten küçük ve dağınık diğer kollar ise Roma Kilisesinin otoritesine hürmet ediyordu, zira bu türden bir birliktelik onlara da güç ve otorite sağlıyordu. Roma Kilisesi’nin karizmasına örnek olarak daha ilk senelerde Papa I. Clement’in, Corinthus Kilisesi’nde yaşanan krizde mektupları aracılığı ile arabuluculuk yapması, II. Yüzyılda Papa I. Victor’un kiliseler arasında Paskalya tarihi konusunda çıkan ihtilafta yatıştırıcı ve uzlaştırıcı bir tavır sergileyip ortak bir karar alınmasına vesile olması gibi olaylar gösterilebilir. Roma Kilisesi o kadar güç sahibi olmuştur ki Papa Julius (1443-1513) önderliğinde toplanan bir konsilde, dini herhangi bir karar alınırken veya hüküm verilirken kesinlikle Kilise’nin onayı alınması şartı koşulmuştur. Kilisenin lideri olarak görülen Papanın da söz konusu durumdan beslenmesi ve otoritesini koruması, karizmatik liderliğini güçlendirmesi, dini bir rehber muamelesi görmesi kaçınılmazdı. Bir süre sonra bu olumlu atıflar yavaşça fakat güçlü bir şekilde Papanın yanılmaz ve mutlak bazı güçlere sahip olduğu algısının başlamasına sebep oldular. Öte yandan Hristiyanlığın yayılması ile birlikte bu dine yönelik yaklaşımlar ve farklı yorumlamalar sonucunda çeşitli algılar da oluşmuştur. Başta İsa tarafından mütevazı bir şekilde tebliğ edilen ve özellikle kadın, aciz ve yoksullar tarafından destek bulan bu kült, bir süre sonra hiyerarşik bir sistemi savunur duruma gelmiştir. İnanca göre Baba Rabbin gücü, oğlu vasıtası ile yeryüzüne indirilmiş ve dünyada da İsa’nın vekili olan din adamları tarafından ifa ve icra edilmeye devam edilmektedir. Bu algı ilerleyen zamanda toplumun bütün kesimlerine empoze edilmeye uğraşılmış ve “Christendom” adında, din eksenli bir toplum meydana getirilmeye çalışılmıştır. Bu uğurda çeşitli siyasal yönetimler ile iş birliğine gidilmiş ve mutualist bir ilişki kurulmuştur. Özellikle Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına takriben oluşan büyük otorite boşluğunu Kilise doldurmaya uğraşmış ve özellikle Orta Çağ’a damgasını vuracak girişimlere imza atmıştır.
Papa- Katoliklik İlişkisi
Kelime olarak “evrensel” anlamına gelen “katholikos” kelimesinden türemiş bir kavram olan “Katolik”, II. Asrın sonlarında Hristiyan kollar arasında ayrılmaların başlaması üzerine evrensel, koruyucu ve bütünleyici sıfatı olarak Roma Kilise’si tarafından kullanılmış, IV. Yüzyıldan itibaren de “heretic” yani “yoldan çıkmışlara” karşı “hakiki ve doğru olan” bâbında kullanılmıştır. Özellikle 1054’te Katolik-Ortodoks ayrışmasına sebep olacak “Schisma” (Büyük Ayrılık) ve XVI. Yüzyılda Protestan Reformu’nun ardından Katoliklik dini bir kimlik haline büründü. Günümüzde Ortodoksluk, Protestanlık, Süryanilik gibi mezhep çeşitliliğine rağmen, sadece Katolikler Papa’yı Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi, Petrus’un vekili ve inanç hakkında ve ahlaki konularda hüküm verme yetkisine sahip makam olarak kabul etmektedirler.
Şimdilik bu kadar sayın okuyucu. Gelecek aylarda Papa ve Katoliklik hakkında çok ilginç bir konu olan “Papa’nın Yanılmazlığı” üzerine yazmayı veya belki bakarsın çok merak edilen magazinsel de bir yapısı olan Vatikan-Masonluk ilişkisi gibi çeşitli “gizemli” konulardan bahsetmeyi düşünüyorum. Sen de kahveni, çerezini veya şarap ile mayalanmış ekmeğini hazırlar ve gelirsin. Anlaştık mı?