Sokağa girdiğinde karşılaştığı manzara, kendisine epey değişik gelmişti. Girdiği sokak, varoş diye adlandırılan tarzda bir yerdi: yıkık dökük evler, virane kaldırımlar… Tarihi Güneydoğu evlerini andırıyordu, belki de bir göçmen mahallesiydi. Muhit ilk bakışta göze pek hoş gelmese de insanın gözünü alan birçok şey vardı burada. Sanki bir kutlama vardı, bir şenlik havası. Bu insanlar neyi kutluyordu? Bir türlü kestiremedi. Bir düğün? Hayır, ortada ne gelin ne de damat vardı. Bir sünnet? Hayır, ilginin merkezinde herhangi bir oğlan çocuğu yoktu. Aslında ilgi merkezi yoktu burada, coşku bu caddenin her bir yanına yayılmıştı. Ayağında ayakkabı bile olmayan düzinelerce çocuk dans ediyor, birbirlerini kovalıyorlardı. Minik delikanlılar, kız çocuklarına çiçekler sunuyorlar; kız çocukları utanarak fakat cilve yapmayı da ihmal etmeyerek kendilerine sunulan hediyeleri kabul edip kulaklarına iliştiriyorlardı. Bu sevinç yumağı, elbette sadece çocuklar arasında değildi.
Buradaki insanlar, sanki yarını hiç düşünmeden; bugünü yaşamaya ve birbirlerine yaşatmaya ant içmişler gibi eğleniyorlar, kahkaha atıyorlardı. Belki sarhoştular, ama şu bir gerçekti ki onları sarhoş eden şey, meyden daha fazlasıydı: Kendisi gibi sıkıntı içinde boğulan, birçok şeyle çarpışan kaybedenlerin varlığında bihaber, ellerinde aslında pek bir şey olmasa muzaffer bir edayla yaşıyorlardı. İşin içindeki bit yeniğini merak etti, gözleme koyuldu ve sonrasında mahallenin birkaç sakiniyle konuşmaya kalkıştı.
Kafayı yemek üzereydi. Aldığı cevaplar, olabildiğince basit ve sadeydi. Dünyaya bir daha gelmeyeceklerinden, eğlenilmesi gerektiğinden ve karınlarının doyduğu her dakikanın bir festival sebebi olduğundan bahsediyorlardı. Hayretlik bir olaydı: Bu fanus dışındaki hayat bu kadar acıyla, bu kadar sıkıntıyla, kederle, trajediyle bezeliyken bu insanlar nasıl bu kadar mutlu olabiliyorlardı? Nasıl oluyor da yarın onlar için endişeler ve ümitsizlikler bütünü dün onlar için korkunç bir travma değildi? Bu kadar mutlu ve vurdumduymaz davranmak, kesinlikle aklın işi değildi. Fakat bunun kalplik bir iş olmadığı muhakkaktı, hiçbir zelzele hakkıyla kırılmış bir kalbe yaklaşamazdı. Aklını düşünceler sarmıştı, keçileri kaçırmadan bu havasız, gürültü, pis kokan yerden firar etmeye hareketlendi. Kendini sokaktan dışarıya attı, nihayet evine döndü.
Her şey bıraktığı gibiydi, yerlere dökülmüş ve ortalığı sigara izmariti ve küllerle pisletmiş küllükler, çekirdek kabukları, peçeteler, sayfaları kırışmış ve dağılmış kitaplar, defterler. Bütün bu pisliğin arasından çıplak ayağıyla basabileceği yerleri seçip yatağı bellediği kanepeye fırlattı kendini. Bunaltıcı düşüncelerinden kısmen sıyrılmış hissediyordu fakat kafasını başka sorularla doldurmayı becermişti: Bu insanlar neyin nesiydi? Sorunları neydi? Kendilerini nasıl bu kadar mutlu hissedebiliyorlardı? Birbirlerine sıçrattıkları ve çığ misali büyüyen bu sevinç yumağının kaynağı neydi?
Kafasını bir şekilde toparlayıp uykuya dalmayı başardı. Uyandığında kendini daha dingin hissetti, gece uykusu yaramıştı bünyesine. Yine de kafasında giderilmesi gereken pürüzler duruyordu yerlerinde. Günlerce, başka hiçbir şey yapmadan günlerini o mahallede geçirdi. Yeri geldi yürüdü, yeri geldi kahveye oturup çay yudumladı, muhabbetlere kulak kesildi, çocuklarla köhne arabalar arasında tenekeler ve taşlarla oluşturulmuş bir çift kalede maç yaptı. Sürekli gözlemliyor, düşünüyor, cevaplar arıyordu.
Sonunda farkına vardı, pek de uzun sürmemişti aslında bu arayış. Çıkarımında emindi, ki emin olmak yaşamında hiç onluk bir şey olmamıştı. Kuşku duymayı, arayışta bulunmayı severdi. Fakat bu sefer durum farklıydı, başka cevaplara çok oda bıraksa da her şey gün gibi ortadaydı. Bu insanların olayı, alışmışlık ve güdümlülüktü.
Alışmışlardı, çünkü hiç varoluşlarıyla yüzleşmemiş, bu konuda herhangi bir sınav vermemişlerdi. Buradaki meseleler ölüm kalım meselesiydi: Geçim, namus, onur… Bu insanların karnı doyunca beli doğruluyordu, daha ötesindeki problemleri duyumsayacak ne his dünyası ne de akıl gözü mevcuttu. Varolagelen hadiseler gündelikti ve siyah-beyazdı, ara renklerle tablo hiç bulanıklaşmıyordu. Olağan akışın dışına pek çıkmayan hayatlara, hadiselere alışmışlardı.
Güdümlülerdi, yaşanacak ne olursa olsun kendilerini mutlu olmaya şartlandırmışlardı. Bir nevi yeminlilerdi yaşamaya, birine verdiğin namus sözünü tutma gibiydi. Büyük bir sebat ve kararlılık gösteriyorlardı bu hususta. Hayat onlara pek gülmemiş olabilirdi ama bu insanlar kendi neşe alanlarını oluşturmayı başarmıştı.
Peki, kendisi bu çevreye karışıp nihayet mutluluğu bulabilir miydi? Kendisinin de bu kadar pervasız ve neşeli olması mümkün müydü? Cevap netti: Hayır. Bu elma-armut kıyasına benziyordu: Kendi yaşantısıyla bu insanlarınki bayağı farklılaşıyordu fakat en önemli fark, edinim birikimi ve algılamadaki duygusal kapasiteydi. Hayat onlar için dört işlem kadar basitti, çünkü yaşadıkları hayat sürprizlerden olabildiğince arınmış bir baloncuktu. Bu ekosistemde, daha önce de kafasından geçirdiği gibi, insanlar hayat adını verdikleri suni yaşam kesitlerini tüketip gidiyorlardı. Tam manasıyla sınandıkları, bunalımlarla savaştıkları bir hayatları yoktu, izoleydiler. Başlarına kötü bir iş geldiğinde bile, güdümlülükleri ve karşılama biçimleriyle işin içinden sıyrılmayı başarıyorlardı. Kendisinin böyle bir imkânı yoktu, hayatla yüz yüze çarpışma aptallığını etmişti zamanında, geriye dönüşü yoktu. Zihnini ve kalbini sıfırlamak için nelerini vermezdi ki?
Kafası rahatladı. Nihayet teslim olmuştu, hüznüne ve yenilgisine. Yeni paketinden bir dal daha sigara çıkarıp yaktı. Kanepede arkasına yaslandı. Derin bir iç çekti. Duvarda asılı duran, annesinden yadigâr yağlı boya tablosuna baktı. Yine düşüncelere daldı.