Mümkünat
Temmuz 3, 2019
Yadigâr
Temmuz 3, 2019

Karmik İlişkiler

Küçük Bir Not: Uzun zamandır kaleme alınmayı bekleyen ama kaleme almaktan kaçtığım gerçek. Hikâyeye başlamadan önce kısa bir bilgilendirme yapacağım karmik ilişkiler hakkında. Karmik ilişkiler tek bir amaca hizmet ederler: Çocukluk çağı travmaları, korkunç trajediler, reddedilme ve içinizde yer bulmuş duygusal çatışmaları gün yüzüne çıkarmak. Bize yaşattıkları acı, yükselmemize ve titreşimimizi yükseltmemize yardımcı olur. Bir nevi ruhsal aydınlanma dönemidir karmik ilişki süreci. Geçmişte kapanmayan meseleleri kapatmak için karmanın hayatımıza birini yollaması ile başlar fakat herkes bu tür ilişkiler yaşamaz. Kabul süreci zor da olsa karmik ilişkiler mutlaka ve daima biter. Sabit olarak kalan tek şey hayatımızı en çok etkileyen kişinin “O” olarak kalmasıdır. Bütün borçların kapanacağı ümidiyle.


K.A.R.M.İ.K İlişkiler

Nereye varır bilmediğim o koridoru adımlarken, yanımda yürüyen adamı önceden tanıyordum. Radyoda dinlediğim ve sonradan arayıp bulamadığım nostalji, sahafta ilk iki sayfasını okuyup tozu elimin kirinde kalan almadığım kitap, poyrazın güz günü esip bakirliğini bozduğu karahindibalardan dilediğim dilek, adını koyamadığım bir tanıdıklık ya da adını henüz bilmediğim tanıdık bir adamla yürüdük koridoru. Sesi ilk çağlardan, yüzü çocukluğumdan kalma bir his yer buldu içimde. Tanışırken emindim, ilk değildi bu. Bir amaca hizmet eder gibi itaatkâr sıktı terli ellerimi; o an henüz hayatın kozmik planını gerçekleştirdiğinin farkında olmadan ayırdık ellerimizi. Elimi çeker çekmez korkularım dört nala uzaklaşmak için dürtülüyordu. Oysa, bilinmezliğe duyduğum korkunç merak yere kazıyordu beni. Ayaklarım çekiliyor, içimdeki diyalektikten kavrulduğumu fark etmeden kalıyordum bu adamın yanında. İçimde bir yerlerde bu hikâyenin sonunu biliyordum çünkü anlatılır ki kurbağaları kaynar suya atarlarsa zıplar ve kurtarırmış kendini oysa ılık bir suyun içine bırakılıp yavaş yavaş suyunu kaynatırlarsa, bunu fark etmez ve kaynar su onu öldürene dek bırakıldığı kabı terk etmezmiş. Suyum kaynarken yavaş yavaş, ben tek bir şey düşünüyordum: Su akar yolunu bulurdu elbet.

 

Yeni hayatıma tek bir his hükmediyordu artık. Yıllarca beni yaratan ve yaratırken tüketen her şey gibi, kağıdıma, kalemime, nasır tutmuş ellerime küstüm. Tek bir satır, dize gelmiyordu ellerimde. Yazmasaydım delirirdim diye nasırlaştırdığım parmak uçlarım belki de artık deli olduğum için yazmıyordu. * Bilmediğim ara sokaklara gitmiyordum artık, yağmurda ıslanmayı sevmiyordum. Kahveyi şekerli değil, sade içiyordum. Saçlarımı kısacık kesmiyor, kâkül bırakmıyordum. Hep gittiğim sahaflara gitmiyor, kendimi roman karakteri yapamıyordum. Çok sevdiğim filmleri defalarca izlemeyi bıraktım. “Babam ve Oğlumu” izlerken ağlamıyordum mesela, tanımadığım evlerin pencerelerinde bir aile özlemi duymuyordum. Ben kimselere anlatamadığım kara kutularımı, kimsecikler görmesin diye karalara boyadığımı sanıyordum. O kara kutular; ben bile onları görmeyeyim, hatırlamayayım diye boyanmışlar siyaha. Siyahlarım bu adamla soyunmaya başladılar hayata. Hiç bilmediğim zaaflarım belimden kavrıyor, girdaba sürüklüyordu beni. Yıllarca kendime söylediğim ve bilhassa inandığım yalanlarım tekrar mahkemelik oluyordu. Kimselerin bana davranmasına izin vermediğim davranışlarına tamah ediyordum bu adamın. O gün o koridordan geçmenin benim için yazılmış hikâyenin başlangıcı olduğunu biliyordum artık. Çünkü bu adam dışında kimselere ihtiyacım yoktu, kendime bile. Yemek yemesem de su içmesem de yaşardım artık. Tek bir bağımlılığım vardı: O. Saatlerce süren sevişmeleri, öpmek ve dokunmak ihtiyacımı atamıyordum dimağımdan. Sevişmelerimize susuyordum, içimdeki açlığı o olmadan dolduramıyordum. Tek başıma kaldığımda içim kaynıyor, sakinleştiremiyordum kendimi. Beni öldürecek sonunda içimin noksanlığı sanıyordum geçmek bilmeyen saatlerde. Geçmek bilmeyen saatler uzuyordu, gün çok erken ağarıyor; gece bazı günler hiç gelmiyordu evime.

 

Uzun uzadıya mesafeler girdi bu ilişkiye. Tahammülsüzlükler baş gösteriyor, aşk sandığımız bu maraz duygu her gün çizgisini kırıyor, yerine öfke ve nefretten nem bırakmaya başlıyordu. Çırpınıyorduk; kuşluk vakti gelsin, ay pencereden çıksın da bitsin bu süreç diye bekliyorduk. Belki hareket etmesek boğulmayacaktık ama yaşama dürtümüz ağır basıyor, ne yapsak çıkamıyorduk bu devinimden. Artık tümüyle iki uç haline geldik. Aynı çizgide duruyorduk ama bir araya bir daha hiç gelmeyecektik. Çünkü karma, yıktığım domino taşlarını yıllar içinde devirerek o koridorda üzerime yıkmıştı. Ya öldür ya yaşat ama asla yaralı bırakma.** Karma kimseyi yaralı bırakmadığı gibi beni de bırakmadı, yaşatmadı da. Ve velhasıl, sonunda suyum kaynadı ve öldüm bırakıldığım kapta.

 

*(1) Sait Faik Abasıyanık’ın sözünden alıntıdır.

**(2) Mevlana’nın aşk için söylenmiş sözü.



Paylaşmak Güzeldir:

Şule Çetin
Şule Çetin
Darüşşafaka Lisesi mezunu. Bilkent Üniversitesinde hukuk okuyor. Burda sadece Şuleyi tanıtıyoruz; biraz daha dehlize karışırsanız içeride Asuman, Şura, Şöhret veya Müzeyyene rast gelebilirsiniz. Müzeyyen herkese rast gelmeyebilir çünkü bu derin bir tutku.