Geçip gidiyordu öylece. Nasıl olduğunu anlayamadan. Bir köşeye çekilip ağlamak, kendisine ve kimseye faydası olmayan, büyük bir fiyaskoyla sonuçlanan ömrüne bir de ücra köşelerde ağıt yakmak istedi. Yapamadı, bunu yapacak mecali de yoktu. Evet, oldukça halsizdi, havaların ısındığı bahar günlerinde aciz bedeni, içi bomboş olan evinde yine üşütmüştü. Her sabah tir tir titreyerek uyanıyor, bir de buna tedavisi imkânsız baki hüznü eklenince yerinden kalkamadan, bir felçliden farksız vaziyette ağlayarak günü karşılıyordu. Kahvaltı eylemi hayatında artık yoktu, açlıktan kırılacağını hissettiği ana kadar yemek yemek aklının ucundan dahi geçmiyordu. Önceden çok severek yaptığı bu iş artık sadece hayatta kalması için yaptığı zaruri bir eylemdi. Bir yerden sonra bunu da umursamıyor, açlık terbiyesiyle yoğuruyordu kendini. Bir süre sonra ellerini avcuna koyup düzgünce düşünmeye kalkıyor, tüm bu efkarın başına üşüşüp onu böylesine kilitlemesi, ona düşünmenin hakkını veremediği kanaatine vardırıyordu. Bütün bu bunaltıcı kafa yormaların neticesinde bir yere varamıyordu, kayboldukça bu kısır döngü tekrar ediyordu. Ağlayacak kudreti de yoktu ya, boş boş bakıp kalbinin hıçkırıklarına kulak kesiliyordu. Uyumak için yatağı yerine tercih ettiği kanepesinden doğruldu. Harekette bereket vardı, kalkıp bir yerlere gitmeliydi. Severek başladığı ama artık alabildiğine nefret ettiği işine yollanmalıydı. Bu zorunluluğu yaratan şey, hayatın çarkıydı. İçinde olmaktan pek de memnun olmadığı hayatını idame ettirmek için onu daha da yaşanmaz hale getiren sorumluluklarına sarılmalıydı. Paradoks çok ilginçti, bir o kadar da katlanılmaz. Kendisine tanınan bu mühletin bir an önce bitip gitmesini arzuluyordu sadece, daha fazla kimseye yük olmadan, insanların yüzünü görmek mecburiyetinden kurtularak.
Uyuyamadığı birkaç yüz geceden biriydi sadece. Tüm bunları saymak yormuştu onu artık, uykusuzluk kadar olmasa da. Kendini dışarıya atıverdi. Sabahın ilk ışıkları aydınlatmamıştı daha ortalığı; baykuşlar, ayyaşlar, fahişeler ve kendi gibi derbederler sokaklardaki ölüm sessizliğine seyircilerdi. Şehrin kalanı uykudaydı, kimsenin olmadığı bu harikulade saatlere büyük bir sevgi duymaya başlamıştı. Bir anda gündüz vakti insan kalabalığında kaybolacağına gecenin bu saatlerine bir başına hükmetmek isteği doğuverdi içinde. Mesai saatlerini geceye koyan işveren yoktu ama, bütün elle tutulur işler gündüz saatlerindeydi. Gece vakitleri ancak cadde köşelerinde tiksinmeyle baktığı tiplere hizmet edebilirdi. Tükürdü sinirle, lanet etti ve devam etti yoluna. Gittiği yeri de bilmiyordu, Allah ne verdiyse gidiyordu. Denize rast gelmese daha da gidecekti, ayakları su toplayana hatta belki de geberene kadar. Oturdu sahil kenarına, günün en ıssız saatinde dışarıda olmak fikrinin soğuk havadan daha da keskin olduğunu hissetti. Seher yeli yalıyordu saçlarını. “İyi ya” dedi, “birkaç tel kalmış başımızda, sevdiklerimden daha sadıklar.”
Gün aymaya başlıyordu; şehre elbette, kendisine ayacak değildi ya. Güneş yarım ağız bina duvarlarını aydınlatmaya iyiden iyiye başlamıştı. Billboardlardaki ve afişlerdeki tüm simalar biraz daha seçilebiliyordu: Rüşvet yiyen yalancı siyasetçiler, okul binasına yapılacak boyayı yüzüne sürmüş mankenler, mutluluk taklidi yapan insanları kullanan dev markalar… İşbaşı yapacağı aklına geldi. “Başlarım lan işine!” diye bağırdı. Mesleği sayesinde cebine para giriyordu, amenna, peki işinin hayatından çalıp götürdükleri? Tez vakitte basacaktı istifasını. Yok yok, çıkmaya değer bile değildi o rezil ofis. Hiç gitmeyecekti. Bir anda varlığının orda pek de fark edilmediğini hatırladı. Nasılsa ay ortasındaki ödeme gününe kadar kimse onunla muhatap olmayacaktı. Son maaşı 5 gün önce yatmıştı, “25 gün daha fark edilmem en azından” diye düşündü. 1 aylık emeğini 5 günde yok yere yiyip bitirdiğini hatırlayınca o rahatlık yerini endişeye ve umutsuzluğa sevk etti: Anlam veremeden okuyup bitirdiği Knut Hamsun’un Açlık’ını bu kez kendisi yaşayacaktı. Durup “Payımıza düşen de buymuş demek ki” dedi. Yürümeye devam etti. Neredeydi peki bu bereket? Güldü, kendini yeniden kandırmış olduğunu fark ederek.
Telefonuna gitti eli, yokladı cebine. Canı çok sıkıldığında sürekli telefonuna bakınma alışkanlığı vardı, küçük ekran onu uyuşturuyor, aptallaştırıyordu. Hoşuna gitmiyor da değildi bu durum, bunaltıcı düşüncelerde boğulmadığı her seferinde az da olsa ferahlamış hissediyordu. Rehberinde gezindi, arayacak birilerine bakındı. Sabahın köründe kimse konuşmazdı ama onunla. Annesine ulaşamıyordu ne zamandır, babasının kafasını ütülemekten bıkmıştı. Dostlarıyla konuşacak kudreti hissedemiyordu içinde. Bir iki dostu geçti aklından, bunlar halden anlayan insanlardı. Lakin yine vazgeçti, içinde herhangi bir konuşma isteği uyanmamıştı esasında. Acı acı güldü yine. Soktu mereti cebine, tuşa basıp sessize aldı. Çöktü sahil başındaki bir kayaya. Kapattı gözlerini, eski güzel günler geldi aklına, gülümseyiverdi. Artık hepsi, kendisinden çok uzak hatıralardı.
Devamı gelecek…