Konuk Yazar: Emre Açıkgöz
Evimden çıkarken bahçedeki lalelere göz atıyorum. Gün geçtikçe takvim yaprakları nasıl kopartılırsa sağ olsun lalelerim benim için yapraklarını gün hesabına döküyor. Güneşe bakmaya çalışıyorum, dolu dolu çekiyorum havayı ciğerime. Beni, mesken tuttuğumuz yere vardıracak olan yola geliyorum. Şehrimin en sevdiğim yeridir bu yol, uzuyor gidiyor boyuna. Daracık, tek şerit. Her iki tarafta sıkış tepiş, birbirinin kopyası binalar. Yan yana dizilmişler, ağaçlar ve insanlar gibi. Ayaklarım yolu ezbere biliyor, ağzımda bakır tadı. Yoldaki kediler çekiyor ilgimi. Sevmek istiyorum, önceden yapamazdım gerçi, her seferinde kendimi ispatlıyorum. Önce direniyorlar sonra usulca yanıma geliyorlar. Diğer kedileri de düşünüyorum karşılaştığım, hepsi aynı. Neyse vakit kaybedemem burada, yetişmeliyim.
İçeri giriyorum. Sonbaharın hafif soğuğundan sıcak bir ortama geçmenin verdiği tatlı rehavet. Uzun sürmüyor beklemem. Ceketimi yeni çıkarmıştım daha. Gelirken öyle bir zarafetle geliyor ki kelebeklerimi salıyorum, bir anda yayılıyorlar etrafa, bir renk cümbüşü ki karnımı gıdıklıyor. Keşke Tanpınar bizi izliyor olsa, benden yeni mümtazlar yaratsa. Vişne çürüğü, gece mavisi, hardal sarısı. Ceketini ceketimin yanına koyuyor, sigaralarımızı yakıyoruz. Bakır tadı yavaş yavaş kayboluyor. Usul usul yaslanıyorum arkama ve bu eşsiz tabloyu seyre başlıyorum. “Bir ceylan su içmeye iniyor, çayırları büyürken görüyorum, daha bir seviyorum dağları.” Uçurumlardan nasıl yuvarlandığımı hatırlıyorum. Tutunacak bir dal, bir çıkış kapısı ya da beni karanlık dehlizimden aydınlığa çıkaracak bir el. Hiçbir zaman onlardan biri olamayacağımı biliyordum. Aykırı mıydım, belki ama anlamıştım ki yontulmalıydım ve hep saklı kalmalıydı isteklerim. Karşılaştığım insanlar ya yüzsüzdü ya da iki yüzlü. O ise bütün uğursuzluklara, lanetlere rağmen kendi kendine dünyayı ters çevirmişti. “Ağdaki balık” gibiydi, umarsızdı. Olmazların başı diye düşünürken oldu ne olduysa. Ne ben ne o hiçbir rastlaşmayı anlamadık. Bir dal oldu, bir çıkış kapısı. Uzandı, çekti çıkardı beni dehlizimden. Gözlerimi yeniden aydınlığa alıştırdı, her ne kadar lanetli olsam da.
Sol masaya bakmamak için kendimi zorluyorum. Bir kadın ayağını hafifçe sallayıp duruyor. Topuklu, bu atmosferi bozmamalı. Kalkmalıyız, meskenimizden çıkıp gitmeliyiz, kadının ayağından kaçmalıyız. Bir parka girmeli, bir parka giymeli, devrimci olmalıyız. Devrim yazılarının önünde fotoğraf çektirmek de devrime dahil mi diye soruyorum alaycı bir tonla. Gülüyoruz, anlaşıyoruz. En büyük devrimi yapmış olmanın verdiği mağrur eda bakışlarımızda, seviyoruz. Onu, bunu, başkasını değil; birbirimizi, bu samimiyetsizlikler diyarında. Tatlı rehavet ortamından sonbaharın hafif soğuğuna çıkıyoruz. Dilleri sarkık camış kafaları yerlerde, iğreniyoruz. Bir parka giriyor, sahici bir parka giyiyoruz. Büyükçe bir şey, ikimiz de sığıyoruz ve sonra yalnızlıklarımıza sarılıyoruz. Çıplak ağaçlar karşılıyor bizi. Ölümü hatırlıyorum lalelerin hatırlattığı, son günlerde olduğu gibi. Hadi ama, diyor; vakit sonbahar olsa da biz baharındayız hayatın. Kendimce mırıldanıyorum; “bahar her zaman geri gelir, biz olsak da olmasak da.”
Parmak uçlarım yanıyor güzel kokulu kahve bir denizde. Dizlerimin ana kucağı olduğunu söylüyor. Acılardan, yargılardan ve tanrılardan konuşuyoruz. Geleceği planlıyor. Avrupa’dan, Kuzey Afrika’dan, evimizden, tatillerimizden bahsediyor. Başımı sallıyorum, başımı salıyorum. Onaylıyorum belli belirsiz bir gülümsemeyle. Hep erteleyeceğiz bir şeyleri hayatımızda, şu bir hafta geçsin, bir ay, bir yıl derken bir ömür geçecek. Sonra bir zaman diyecekler ki ‘Tarzan öldü’. Geç kaldığımızı anlayacağız. Zamanın bu hızlı gidişatı bizi dehşete uğratacak. Oysaki Tarzan gençti, yakışıklıydı, güçlüydü. Ne ara böyle olmuştu sahi her şey? Bir karabasan gelip oturacak salona, pişmanlıklar saracak dört bir yanımızı. Hayıflanacağız. Her zaman göz ardı ettiğimiz o ihtimalin, bir mezarlığın önünden geçerken ya da bir siren sesinde ancak hatırlayabildiğimiz o ihtimalin gerçekleşmesi bizi sarsacak. Benim için böyle sıkıntılar kalmadı gerçi ama zamanının kısıtlı olduğunu bilmek de ayrı bir bunaltı. Düşüncelerimden sıyrılıyorum, ayaklarını hafifçe sallıyor, bu sefer kaçmıyorum bilakis.
O kadar güzel kuruyordu ki geleceği kafasında, söyleyemedim. Mutluluğunu bozmak istemedim. Yapmak istediklerimi şimdi yapmalı, yarın veya başka bir gün değil, şimdi. Vakit dar, her geçen gün bir lale yaprağı düşüyor. Hem zaten kimseyi umursayamam artık. Sarhoş gibi oluyorum. Sanki deniz suyu içiyorum, içtikçe doymuyorum ama yakında toprak doyuracak beni.