34 Dakika
Nisan 3, 2019
Hikâye Kariyerden Üstündür
Nisan 3, 2019

Futbolun En Talihli Çağı: Ronaldo-Messi Devri

FUTBOLUN EN TALİHLİ ÇAĞI – RONALDO-MESSİ DEVRİ

Real Madrid vs. Barcelona, Portekiz vs. Arjantin, Biyonik vs. Uzaylı, Madeira vs. Rosario. Günümüz futbolunu egemenlikleri altına alan ve başka bir oyuncunun dominansına mahal vermeyen bu ikili, aynı zamanda 10 yılı aşan bir süredir futbol gündemini en çok meşgul eden sorunun başrolünü de teşkil ediyor: Hangisi daha iyi? Çoğu zaman bu soru o kadar ileri gidiyor ki, tarihin en büyükleri arasında kabul gören Pele, Maradona, Di Stefano gibi efsaneleri bile çoktan geride bıraktıklarını dahi iddia edenler var. Bu süregelen polemiğe bir de kendi bakış açımdan yaklaşmak niyetindeyim. Bu yazımda, tartışmaya farklı ama koyulması gereken bir boyut koyarak bu mukayesenin niçin olmaması gerektiğinin ve varlığının ne denli absürt ve manasız olduğunu anlatmaya çabalayacağım. Hikayelerini özet geçerek başlayabiliriz.

Eşitsizliğin Avrupalı kısmına bakacak olursak, futbol kariyerine yelken açmak için genç yaşta Portekiz’e bağlı Madeira adasındaki şirin kentinden ayrılmak zorunda kalan, Lizbon’daki ergenlik dönemini güç psikolojik imtihanlar vererek geçiren Cristiano Ronaldo’nun hayatı, 2003 yazında Sporting Lizbon formasıyla Manchester United’a karşı oynadığı hazırlık maçı sonrasında değişecektir. United efsanesi Ryan Giggs, Ronaldo’nun harika yeteneğini şu cümleleriyle ifade eder: “Maç temposu ve yolculuklar bizi çok yormuştu, Sporting maçında yedek kulübesinde uyumak üzereydim. Fakat o çocuğun çalımları, kıvrak hareketleri uykumu kaçırdı. Maç bittikten sonra takım otobüsüne geçtiğimizde onun bize transfer olduğu haberi gelmişti.” Manevi babası addettiği Sir Alex Ferguson’ın yönetiminde bir dünya starına evrilen Ronaldo, Kırmızı Şeytanlarla 1 Şampiyonlar Ligi, 3 Premier Lig Şampiyonluğu ve daha birçok şampiyonluk yaşadı. 2008’de, France Football dergisi tarafından verilen Ballon D’or ödülünü de kazanan Cristiano, 2009 yazında, rekor bir bonservis bedeliyle Real Madrid’e transfer oldu. Destanın kalan kısmını hepimiz biliyoruz.

Latin Amerika tarafına uzandığımızda, futbolla yatıp kalkan Rosariolu tıfıl bir çocuğu görüyoruz: Lionel Messi. Tıpkı Ronaldo gibi dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak hayata geriden başlayan Leo, bir de üstüne hayatını daha da zorlaştıran bir problemle boğuştu; Büyüme hormonu eksikliği. Futbol oynayabilmesi ve normal bir boya ulaşabilmesi için hormon tedavisi görmesi gerekiyordu, ki bu da ailesinin cebini aşan bir masraf demek olacaktı. Oynayacağı kulübün bunu finanse etmesi elzemdi. Arjantin’in devlerinden River Plate, 13 yaşındaki bir çocuğa riskli bir yatırım yapmaktan geri durunca (ki bir Boca sempatizanı olarak bu hadiseden memnuniyetimi belirtmeliyim), Messi ailesi çareyi Barcelona’da ikamet eden halalarının yanına gidip Leo’yu FC Barcelona’nın seçmelerine sokmakta buldu. Kendini ispat etmekte gecikmeyen ve Carlos Rexach’ın ünlü “peçeteye yazılan kontratı” ile kulübe kazandırılan Leo, 2004’te Barça’nın alt yaş takımlarından A takıma yükseldi. Bu peri masalının da nasıl sürdüğünün farkındayız.

Ayrışan noktaları inceleyecek olursak; Ronaldo tarafında kendini sürekli mükemmel hale getiren, ekstra antrenmanlara doyamayan, sağlığına ve çalışma ritmine muazzam imtina gösteren ve öz meydan okumalarla gelişimini sürekli kılan doyumsuz bir makineyi görmekteyiz. “Kendini ispatlama” olayını kendine birincil ödev belirlemiş Modern Çağ Herkül’ü… Öne çıkan özellikleri; toplu ve topsuz aniden yakaladığı hızı, şut gücü, iki ayağını ustaca kullanabilme becerisi, müthiş atletiği ve böylesi atletiğin yanında abes duran muazzam bir vücut gücü (çok zor sakatlanıyor, rakip oyuncular gücünden ötürü ona faul yapmakta zorlanıyorlar), ve her durumda kendini gösteren “winnerlığı”, yani kazanma mantalitesi. Manchester’a ayak bastığı 18 yaşından itibaren sürekli kendini geliştiren, Sir Alex, Giggs, Scholes, Rooney gibi efsanelerden çok şey öğrenen Ronaldo, her bakımdan bir tasarım harikasına dönüşmüş durumda.

Messi ise, Ronaldo kadar kompetitif olmasa da daha doğal ve yaratıcı bir kanalı temsil ediyor. Bitiriciliği, Allah vergisi dribling yeteneği, Barça’nın oyun sistemi ve antrenman “rondo”larıyla mükemmelleştirdiği pasörlüğü, Xavi ve Iniesta’nın yaşlılıkları ve sonrasındaki ayrılıkları sonucu eğildiği oyun kurucu ve geriden organizasyon kabiliyetleri ve bir hokkabaz misali zor anlarda şapkadan tavşan çıkarabilmesi onu çok yüce bir makama yükseltiyor. La Masia kökenli olması, onun Barça’nın taktiksel tedrisatından erken yaşta geçmesini ve tarzını mükemmelleştirmesine aracı oldu. Erken yaşından itibaren Ronaldinho, Eto’o, Henry gibi oyuncularla kendini daha da geliştiren “uzaylı”, hali hazırda yaşayan bir efsane.

Epey farklı tarzda oyuncular olsa da ikilinin paylaştıkları ortak noktalar da var. İkisi de sağ açık olarak başladılarsa da zamanla mevkilerini aşıp “serbest oyuncu statüsü” ne eriştiler. Messi ileri uçta “sahte 9” oynayabiliyor, Ronaldo, çoğunluk sol uçta oynasa da bilhassa milli takımının da santrafor eksikliği sebebiyle ileri uçta “serbest forvet” olabiliyor. Bu ikilinin öndeki anti-santrafor rollerinin yanı sıra, her ikisi de sistemlerinin kalbi. Her ikili de takımlarının taktikleri üzerlerine kurulu, gemi kaptanları olarak zaferden zafere koşmaktalar. Ki bu taktiksel merkeziyette olma halleri, iki oyuncuyu da mental önderlik konusunda eğitti ve (özellikle Ronaldo) gerçek liderlere evirildiler, ikisi de milli takımlarının kaptanı, Messi ayrıca kulübünün de mevcut kaptanı. İkisi de yetenekleriyle oynanan tempoyu belirlemede, rakip savunmacıları çaresiz bırakmada ve istatistiklerle rekorları alt üst etmede muazzam bir seviyedeler. Yine de bu ortak özellikler, onları insanların onları kıyaslaması adına yeterli değil. Farklı kimliklerde ve kafa yapılarında olmaları, oyun stillerinin de farklılık göstermesi onları kapıştırmayı pek mümkün kılmıyor.

Kısacası bu bir rekabet değil; eksileriyle artılarıyla, farklarıyla benzerlikleriyle ikisi de tarihin en iyi oyuncularından ve şahit olduğumuz şey aslında çift taraflı bir görsel şölen. Birini övmek diğerini küçültmüyor, birini sevmek diğerinin varlığını ortadan kaldırmıyor. İnsanların üzerlerinden gereksizce (olabildiğince nazik bir ifadeyle) idrar yarıştırması hiçbir anlam ifade etmiyor. Sahada ortaya koydukları mükemmellikler; tüm sözcükleri, eleştirileri, mukayeseleri hepten boşa çıkarıyor. Her geçirdiğimiz sezonda, izlediğimiz maçlarında “bu kadarını da yapmış olamaz ama” dedirten cinsteki performansları bize parmak ısırtıyor. 10 seneyi aşkın süredir bu ikiliden söz ediyorsak ve ilerlemiş yaşlarına rağmen hala en üst düzeyde boy göstermeye devam ediyorlarsa, bu noktada tarihe tanıklık ediyoruzdur. Dünya futbolunun ev sahipliğini yaptığı ve bu iki aktörün misafir edildiği bu görsel şölende bize düşen, birbirlerine sürekli aşık atan bu iki ozanı hakkıyla izleyebilmek ve takdir etmeyi ihmal etmemek. Zira tarihte futbolu bu kadar etkileyen bir oyuncu ikilisine, zannetmiyorum ki yeniden şahit olabileceğiz.



Paylaşmak Güzeldir:

Yunus Emre Kala
Yunus Emre Kala
Bilgi Üniversitesi Ekonomi bölümü öğrencisi olan Yunus Emre, bu disiplinde akademisyen olmayı hedefliyor. Futbol, sinema, müzik, tarih, basketbol, edebiyat, sosyoloji gibi çeşitli alanlara ilgi duyan yazarımız yazılarını da bu konular etrafında şekillendirmeyi planlıyor. Yazarımızın yaşam misyonunu şöyle açıklıyor: Birçok alanda kendini geliştirebilmek ve bunu yaparken de keyif almayı ihmal etmemek. Kendisinin en büyük idealiyse, fikirlerinin ve söylediklerinin insanlara tesir etmesi ve onlar tarafından yaşatılması.