Bu ağır bir yazı.
Kendime not bırakarak başladım yazıya ki ona göre seçeyim kelimelerimi, ona göre kurayım yazımın iskeletini. Ağırlığı yansıtmadan yansıtmayı başarmaya çalışayım. Ben bileyim sadece ne kadar ağır olduğunu bir de bilen birileri. Çünkü dökmek istemem içimi, bilincimi, açık ve aleni. Buradaki cansız mürekkep nemaları zihnimizdeki yorumlardan başkası değildir bu bilinir. Bu yüzden öyle açık açık yazılmaz. Hem zaten sadece aptallara açık açık anlatılır.
Ben mesela anlatıcı olsaydım, kadınlardan bahsederdim. Onların açılarından onların acılarına bakardım. İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden izlerdim evreni. Onların evlerine girerdim, konuşurdum yuvaları ile. Mesela bir pencerenin bir kadına darılışından söz ederdim, yaşarken dışarı bakmadığı için değil, ölürken bile ona sırtını döndüğü için. Ya da içinde altı yüz yetmiş iki şarkı biriktiren bir kadını anlatırdım. Birçok dilden ezberinde şarkılar. “Ben ölürsem bu içimdeki şarkılara ne olacak? Şarkılarımı içimden çıkarırken mi yoksa ruhum çıkarken mi daha çok sancı çekeceğim? Gerçi benim canım kaybettiğim evlatlarımla beraber çıktı zaten.” diyen o kadını anlatırdım. Ölen çocuklarından türkü, ağıt, marş diyerek bahseden ben onlara ne şarkılar üfledim onlar da mı öldü dedikten hemen sonra gülerek ‘Vie qui veut me tuer, c’est magnifique!’ (Beni öldürmek isteyen hayat muhteşemdir.) şakıyan o deli kadından söz ederdim. Sözgelimi kadını anlatırdım ve anneye geçiş yapardım. Anneden acıya, acıdan evrene evrilirdi dilim. Bu ezelden ebede böyledir anne evrendir ve evrenin bütün acısı annededir. Acının ilacı ise yine anne. Hele ki bazı toplumlarda, ama ben anlatsaydım anlatacağım toplum tüm toplumlardan bağımsız olurdu. Olmak zorundaydı. Çünkü kurguyu kurmak gerek ve açıkça değinmeden içine işletmek gerek. Ben burada bir kadından bahsederdim bir eğitimciden, gencecik, bir haksızlığa dur dedi diye öldürülen odasında, çok yakın bir zamanda. Ama açık etmezdim çünkü dedim ya sadece aptallara açık açık anlatılır.
Tabi bunlar öncedendi. Şimdi anlatmak istiyorum. Açık açık bir aptala anlatırcasına, anlamayacağını dinlemeyeceğini bilmeme rağmen. Çünkü artık kulaklarım dayanmıyor içimden kopup gelen seslere. Onları çığa dönüşmeden nasıl yatıştıracağımı bilmiyorum. Sessizlik kelepçesi vuramıyorum. Sahi kaç kişi sustuk biz? Susmamamız ama ağzımızı açmaya değer sesler çıkarmamız lazım. Bazen bize en uzak olan en yakın olduğunda bile. Söküldüğümüz yerlerden çilemizi çözüp çözüp yeniden örmemiz gerekiyor kendimizi. Nerede bıraktıysak o sahneye dönüp yeniden takip etmemiz gerekiyor film şeridini. Korkup gözümüzü kapattığımız sahnelere dönüp bu kez gözlerimizi dört açıp bakmamız gerekiyor. Kanımızı donduran yerlerden başlayalım ısınmaya. Biliyorum iyi haberlere ihtiyacımız var. Hatta sırf bu yüzden böylesi acılar varken böylesi başka şeylerden bahsediyor haberler. (Hüsn-ü zanın böylesi.)
Tıpkı dağlardaki otların dağlarda alınan bütün yaraları iyileştirmeye yetmesi gibi dünyada da insanlığın yaralarını saracak yeni hikayeler ve iyi haberler var. Adınız bilmediğimiz yerleşkelerde. Ve ben bulup sizlere anlatacağım bir gün bir anlatıcı olunca.
Derdim.
Not: ‘Bu cümlelerin altını çizin, çünkü bu cümlelere döneceğiz zamanı gelince.’