Nina
Temmuz 8, 2018
Sessizliğin Yorgunluğu
Temmuz 8, 2018

Yalnızlık Manifestosundan

En başından beri hayvanlığı es geçilmeden insanın sosyal olduğu vurgulanır. Kendini, içtimai hayatın karmaşık ağları ve ilişkileri içinde anlamlandıran bir varlık… Pek tabi, insanın diğerleriyle kurduğu bu ağlar da kişinin aradaki bağa atfettiği değere göre derecelendirilebilir: Ortak, arkadaş, dost ve sevgili… Bu sınıflandırma tabi ki tahdidi [sınırlı] değil tadadidir [genişletilebilir]. İlk iki kavram ve benzerlerini öldürmeden son iki kelimeye ruh üflemeye çalışalım beraberce.

Defalarca kullanılmakla anlamını yitirmiş olan “modern çağın insanı yalnızlaştırdığı” tespiti üzerine bir heyula gibi çökmüş olan sis bulutunu aralandırmak ve yalnızı tanımlamak hayatidir evvela: “Yalnız olan” -bu ifadenin arkasından gelen en yaygın cümlelerle- dört betonun arasına sıkışan insanın sahiplik iddiasında olduğu buhranlarla tanımlanıyor. Yanlış olmamakla birlikte mananın özüne dokunan pervasızca bir sınırlandırma. Çünkü “yalnız” hizipleşmiş toplumlarda kendisini dar kalıplara sığdıramayan insanları ifade ederken kullanıldığı gibi, düşünme hastalığına yakalanmış ve “en büyük yalnızlığın kalabalık olduğunu” hiç kuşkusuz fikirsel açıdan kabul edenlerin de üzerinde yürüdüğü bir yoldur. Ayrıca yalnızlık, aradığının aslında kendinde olduğunu bilenlerin yani Şeyh Galib’in ifadesiyle “ihtiva ettikleri yer ü gök, duzah [cehennem] u cenneti” görmek adına kendine ısrarla ve inatla nazar edenlerin çekildiği bir fildişi kuledir de… Tabi, bu fikir gurbeti çekenlerin yalnızlığı çevrelerinden tamamen soyutlanarak yaşanmış bir hayatın varlığına işaret etmez. Kafka’nın da ifadesiyle onların ki insanlarla dopdolu bir yalnızlıktır, o insanlar ki her sabah selamlaştıklarında gözlerinde görmek istediği parıltıyı bir mezar sessizliğinde esirger ve onun taşına yazılabilir üç beş mısraya sığabilecek tatminsiz kelimelerle biçare-i hicranı karşılar.  Bunun bir yol olduğuna ve gerçekten tercihe dayalı olduğuna inananlardanım ve bu yolda yürüyenler kuşkusuz tek değiller ve bu yolculuk sadece milenyuma has değil, Adem’den beri sürüyor. Yalnız yürüyenlerle beraber yürümek, onların attığı adımların menzilini bir nebze olsun kestirebilmeye imkân verse de bir gün tüm sorumluluk yine “yalnız” kalacak ve Kaf Dağı’na ulaşmaya çalışan hüdhüd misali tahammüle kuvveti varsa o zaman şair Baki’nin ifadesiyle “gök kubbeye o hoş sadayı” usulca ve belki de hiç konuşmadan bir kuşun kanadındaymışçasına salıverecek.

Ey dostlar, işte yalnızın hikayesi… Bu hikayeyi tamamlayan parçalardan birisi yalnızın kendini anlamlandırdığı o ağlardır daha özel bir ifadeyle dostluklar. Dostluğun ne olduğunu anlatacak değilim lakin şunu belirtmeliyim ki bu ilişki dosta birtakım haklar verdiği gibi yükümlülükler de yükler. Onun en birincisiyse, dostluğun ve dostun değil gözündeki, yüreğindeki parıltıyı esirgememesidir; konuşması gerekmez belki ama fikri yalnızlığı duygusala da çevirmesin. Siz bakmayın yalnıza, o kendisine sunulan özgürlüğün tadını çıkarırcasına alır başını gider bir yerlere, her ne kadar size yerinden kıpırdamıyor gözükse de. Nabi’nin kelimeleriyle, erbab-ı zahir [görünüşe değer veren] belki anlamaz onu ama sizler anlayasınız! O attığı her adımda Sabahattin Ali’nin şu mısralarını hayat suyunu içercesine, doymadan tekrarlar: Dağları aşınca başım, Geri kaldı her yoldaşım, Gel sevgilim gel kardaşım, ben gene sana vurgunum.

Ve ey sevgili… İnsanın hem nitelik hem nicelik olarak bir ve eşsiz olan kalbinde her sevginin yeri ayrıdır. Anne-baba, arkadaş, dost, kardeş, sevgili hepsini barındırabilecek kadar engin bir kalp deryasına sahiptir insan, telaşa lüzum yoktur. İşte, “yalnızı” tamamlayan daha doğrusu yalnızlığını kutsayan, pişmiş iken yakan o parça bu parçadır. O yol ayrımı burasıdır çünkü sevgilinin görevi asla kavuşmamaktır, nazı hiç kesmemektir gül misali. Avni mahlaslı Fatih Sultan Mehmed’in ifadesiyle, aşık bela-yı hecr (ayrılık ateşi) ile inlerken gözlerinden akan kan olacak, yaş yerine. Bu acıyı sevmek değildir, bilakis kartalın yeniden hayata tutunması için kendi gagasını taşlara vurarak sökmesine benzer. Nazarı kendisine çevirip içinde usulca akan okyanusların farkına varmak kolay olmayacağı gibi, yanık sessizliğiyle diğerlerine sükûnet verme idealiyse işte tüm o “yoldur”.   



Paylaşmak Güzeldir:

Taha Öner
Taha Öner
Kısacık ömürde en üstte tutulması elzem olan değerin “insan” olduğu kanısında, bu yüzden vaktini genelde insanı ve kendini tanımaya harcar. Sınırının sınırını aramaktadır. Ahdiyse adalet üzeredir. Kendi varlığını incitmeyen geleneğin her zerresine tutkundur. Bundandır ki kendisini aynı anda hem Romalı hem Osmanlı olarak tanıtır, bu tezat onu mahallesiz bırakmıştır fakat bu hale direnmeye devam etmektedir. Yolunun yordamıysa “Aşk gelicek cümle eksikler biter” inancıdır.