Kurgunun hayattan daha gerçek olduğunu, daha doğrusu gerçeği anlamanın tek yolu olduğunu bilmiyor musunuz?
Ah, görüyorsunuz işte çilli ellerim çok yorgun benim. Hey siz, oradaki! Evet size söylüyorum. (Eğilip sesin geldiği yöndeki sarı çalılıklardan kafasını uzattı.) Eller insanın ömür atlasıdır bilmez misiniz? Öyle ya, dedemin elleri toprak kokardı, anneannemin sede yağı. Benimse parmak uçlarım nasırlı. Her dokunduğumda gönlümün güveleri havalanır. (Yarı aralık duran elbisesinin düğmelerini açtı, çırılçıplak birden yere bıraktı kendini.) Nasıl utanıyorum bir bilseniz. Ben küçük istavrit balığıydım. Galata’da balıkçıların ağlarına takılıp böyle çırılçıplak sularımdan çıktım. Doğrusu ben bir Çulhakuşuydum. Kuşluk vaktine yakın, camilerde duha namazı kılınırken en güzel şarkılarımı söylerdim. Oysa Latifi mısralarında hep güle aşkımı anlattı yıllarca. Ben de bülbül gibi divane olamayınca güle, kahrımdan ölecek olurdum. Şimdi Nina diye sesleniyorlar bana. Doğumumdan önce belliydi dilim, dinim, kutsal kitabım. Büyüyünce de kitaplardan öğrendim: Kuzeyde güney yamaçları daha sıcak olurmuş dağların. Dimağımın koordinatlarına teğet geçen doğruları hesaplamayı öğrendim sonra. Adıma yazılmış tiradları ezberledim ki hiçbiri benim cümlelerim değildi. Annemin öğrettiği duaları okudum Arapça. İçimden hep Türkçe konuşurdum oysa Allah’la. Öyle çok utandım ki gizli gizli ağladım yatağımda. Ben lirik şiirler okumak istiyordum size. Ben yorgun ellerimin nasırıyla mürekkebim karışsın istiyordum. Anlatmak istiyordum size Hiroşima’da ölürken nasıl yandığını küçük kızın. Damı akan evlerin rutubetine ilmek ilmek işlenmiş genç kızlık oyalarını, saman sarısı takvimin yapraklarını anlatmak istiyordum. Kurak bir yaz sabahı ağaç gölgesi ne büyük nimettir yazmak istiyordum sayfalarca. Sokaklarda bağırmak istiyordum, birkaç parça gazeteyle bedeni örtülü insanlık yatarken yanımda ne çok utandığımı. Sığla ağaçlarını, anneannemin sabun kokan yastıklarını, üzümün bağlarını, ekmek evini, ekmek evinde tüten yufka kokusunu yazmak istiyordum. (Elinde tuttuğu bardağı düşürdü yere. Sesi yükseldi.) Öyle çok utandım ki söyleyemedim size, ben Nina değilim! Arapça okumuyorum duaları, utanmıyorum çıplak dolaşmaktan. Hem çıplak geldim dünyaya ben! Sevmekten, sevilmekten bilhassa sevişmekten utanmıyorum. Utanmıyorum gülmekten sokaklarda, dans etmekten ve ağlamaktan iki çift sözüne Nazım’ın. Bu oyunumun son tiradı. Kitaplarda yazmıyor ama kendini bulmuş her oyuncu sahneden iner. Çünkü oyunun kendisidir yaşam. Hey siz, evet sarı çalılıkların arkasındaki! Artık sahneye gelin lütfen. Bu kurgu benim, bu toprak, bu devlet benim. Bu oyun kervanında bir yönetmen olarak size dar kalıplarda kıyafetler dikmedim, ölçülerinizi belirlemedim. Dilinizi bilmiyorum ama ağlamak her dilde aynı. Toprağa cemre düştüğünde gönüller her dilde aynı yanıyor. Bir bebek doğumunda her dilde aynı çığlığı atıyor. Bu yüzden bu sahnenin perdeleriyle beraber dimağları örten ve dilleri lal eden bütün insanlığın perdelerini kaldırdım. Bir de acıkırsanız ruhunuzu doyurabilesiniz diye masaya Gogol’un paltosunu bıraktım, Antik Yunanda gömülü Sappho’nun Afrodit’e olan aşkından bıraktım biraz, Kafka’nın sırtında çürüyen elmayı bıraktım masaya, Gülşehri’nin Anka kuşlarını topladım getirdim yedi vadiden. Hey siz, oradaki! Buralarda bir yerlerde kendinizi kaybetmiş olabilir misiniz?
Işıklar yanar, ışıklar söner.
Bir perde kapanır başka bir perdeyi açmak üzere.
İyi seyirler.