Kendimi tanıtırken o an kafasına en çok ne takıldıysa onu yazacaktır demiştim. Bu ay neler yazacağımı düşünürken de bu sefer daha aydınlık olsun; sürekli sorgulayan yazılar yazma, boşver aklına en çok takılanı diye kendimi telkin edip durdum aslında bütün ay. Ama insan ne kadar kabuğunda kendini korumaya, kendine başka hayatlar örmeğe çalışırsa çalışsın çevresinde olup bitenlerden, ülkede olup bitenlerden kaçamıyor işte… Ülke tarihimizin en önemli dönüm noktalarından biri hızla yaklaşırken içinde olduğum ruh hali de fazla farklılaşamıyor.
Sürekli bir düşünme halinde buluyorum kendimi, hep bir diken üstünde; ne olacak, nasıl olacak diye kafamdaki tilkinin kuyruğunun peşindeyim hep, dönüp duruyorum. Geleceğimi kuracağım kaygısı, bireyselden toplumsala; bir kaygı sarmalı bir olup iyiden iyiye yorgun bir zihin bırakıyor ben de bu ara. Böyle anlarda hep yaptığım gibi filme, kitaba, hikayelere verdim kendimi ve bana başka perspektifler sunan iki hikayeyle karşılaştım. Onlardan bahsetmek istiyorum bu ay. Biliyorum yine çok aydınlık bir yazı olmayacak belki ama bana verdiği o dinginliği paylaşmak istiyorum bu hikayelerin.
İlk hikaye, kitaptan uyarlanmış biyografik bir filmden. Michael Grandage tarafından yönetilen ‘Genius’tan, başrollerinde Colin Firth ve Jude Law var. Colin Firth’ün canlandırdığı Maxwell Perkins adlı editör, F.Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway gibi dâhileri keşfetmiş ve potansiyellerini artırmak için onlarla çok yakından çalışarak tarihteki ilk yazar-editörü olmayı başarmış biri, film Max’in Jude Law’un canlandırdığı Thomas Wolfe adlı bir diğer dahi ile tanışmalarını ve daha sonra da vedalarını anlatıyor.
Maxwell Perkins, farklı bir kariyerden gelip kendini ‘eski’nin dünyasına kanıtlamaya çalışırken yepyeni bir yöntemle sanatçıları besleyerek, onlarla kurduğu dostluk ilişkileriyle bir dönemin edebiyat anlayışını şekillendirecek üç dâhinin ortaya çıkmasını ve parlamasını sağlamanın yanı sıra birçok farklı yazarla da çalışan bir editör. Bu süreçte onu en çok zorlayan yazar ise şüphesiz ki Thomas Wolfe, ilk kitabının sağladığı büyük başarıdan sonra tek seferlik bir parıltı olmadığını kanıtlayabilmek için büyük bir baskı altına giren Tom’un zaten çok da kolay olmayan kişiliği, gittikçe daha da zorlayıcı hale geliyor. İkinci kitabının ilk taslağı tamamladığında 4 kasa dolusu elle yazılmış kağıtlar teslim ediyor editörüne. Daktiloyla geçildiğinde ise 5000 sayfalık bu ilk taslak(!) 2 yıl boyunca büyük bir sabırla sayfaları azaltılıyor Max’in çabaları sayesinde. Yazarın hikâyesinin özünü anlatabilmesi için büyük bir titizlikle destek olan Max, bence adeta yeniden hayat veriyor hikayelere. Bu arada anlatacağı hikayesi hiç bitmeyen, mükemmeliyetçi Tom, sürekli yeniden yazıyor sürekli bir şeyler eklemeye çalışıyor romana, bu noktada Max daha iyisi olur mu korkusuna gerçek güzelliği nasıl sakat bıraktığını, tüm o aslında hiç gerekmeyecen eklentilerin, çırpınışların özü nasıl yok ettirdiğini fark ettiriyor ettiriyor Tom’a. Ve edebiyatın bir şaheseri böylece doğuyor. Ben de korkunca, yetmediğimi düşününce Tom gibi olanlardanım daha daha derken o kadar boğulmuş, özünün üstü örtülmüş bir halde oluyor ki yaptığım işler birinin, yeter demesine ihtiyaç duyuyorum. Tamam, oldu. Bir de uzaktan bak şimdi, daha güzel çiçekler için buda azıcık; kıyabildiğin ve vazgeçebildiğin için büyüyebildiğini izle bir şeyleri diyecek birilerine ihtiyacım oluyor benim de. Fakat genellikle o bırak çağrısı benim için hep deadline oluyor ve budamadığımdan cılız, parıldayamamış işlerim oluyor maalesef. İlk hikaye en çok bunu öğretti bana.
İkinci hikaye ise yine bu vazgeçebilmenin, daha için azalmanın önemini öğreten bir hikaye. Bir de o benim korkudan hep uzak durmaya çalıştığım baskı sürecinin için de bile öğrenilecek, keyif alınacak bir şeylerin olduğunu anlatan bir hikaye. Bu sefer bir film ya da kitapta değil, Instagram’da karşıma çıkan 1.30 dklık bir video. Dr. Abraham Twerski tarafından anlatılan “Istakoz Hikayesi”; stres ve yarattığı baskı ile nasıl başa çıkılması gerektiğini anlatıyor. Bir dergide gördüğü ‘Istakozlar Nasıl Büyür’ yazısının ona düşündürdüklerini. `Istakozlar o sert kabuklarının içinde yaşayan yumuşakçalar aslında ve onlar büyüdükçe kabukları genişlemiyor. Peki nasıl büyüyebiliyorlar o zaman? Büyüdükçe kabuklarının içinde sıkışmaya başlayan ıstakozlar, kendilerini baskı altında ve rahatsız hissediyorlar. Bu durumda bir kayanın altında avcılardan saklanırken kabuğundan sıyrılıp kendine yeni bir kabuk üretiyor. Ve büyükçe bu döngü böyle devam ediyor. Istakozun büyümesini sağlayan güç kendini rahatsız hissetmeye başlıyor olması ve böylelikle kendine yeni bir dünya inşa ediyor.’ Burada bir doktor analojisi de kuruyor fakat bu ilişkiye ben katılmıyorum.
Bu metaforun bana dokunduğu en önemli nokta ise bu baskı anlarının, stres anlarının aslında bir gelişme sinyali olduğunu görebilmek. Her sıkıntı, üstesinden gelmeyi başarabileceğin bir zorluktan ötürü ve bu zorlukları aşabilmek; gelişmenin, büyümenin, başarmanın ta kendisi. Hem kendim hem de içinde yaşadığım toplum ya da gruplar hiç fark etmeksizin, sorun gelecek kaygısı ya da başka bir şey. O zorlukla karşılaştığımızda bunu kucaklamalı; o kayanın altına girip, içimize dönmeli ve kabuklarımızdan sıyrılıp değişimi kucaklamalıyız. Büyümekten de öte, yaşamak böyle bir şey olmalı. İçindeki o öz için, eski kabuğunda vazgeçip; kendini budayıp yeni kabuk için kendini yeniden büyüte büyüte yeniden budaya budaya yola devam etmek.